Ayetullah Pehlevânî Siyaset Hakkında Fikir Sahibiydi

Ayetullah Pehlevânî Siyaset Hakkında Fikir Sahibiydi ve Bazılarının Lükse Yönelmeleri Onu Derinden Üzüyordu

 

 

  • Ayetullah Pehlevânî'nin şahsiyeti ile ilgili bilmemiz gereken noktaları bizlere kısaca özetler misiniz?

Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla..

Ayetullah Pehlevânî, (Allah ondan razı olsun) oldukça faal bir âlim, mânâ sahibi, kendi hâline, çevresindekilerin hâline ve insanların hâline merhametli ve dikkat eden bir insandı. Muhterem hocaları Merhum İmam Humeynî (ra), Ayetullah Şeyh Ali Ekber Burhan, Allâme Tabâtabâî ve fıkıh alanında döneminin en güçlü fakihi Ayetullah Burucerdî gibi ilim ve maneviyatı elde etmiş ve ömrünün tamamını eğitime, maneviyata ve manevî alanda öğretime adamıştır.

Kendisi için hiçbir şey istemeyen asil bir karaktere ve yaşam tarzına sahipti. Nitekim kendi nefsini de o yönde eğitmişti. Kendisi için bir şey istememesi kuru bir zahit oluşundan değildi; dünya malına yönelmemesi de onu elde edemiyor oluşundan değildi. Birçok zamanlar kendisine dünya malı çokça ulaşıyordu ancak o bunları başkaları için kullanıyor ve harcıyordu. Allah’a ulaşan yolun züht ve takva olarak adlandırdığımız dünyevî şeylerden sakınmaktan geçtiğine canı gönülden inanırdı.

Aradığı güzel hayatın züht ve dünyayı önemsememekte bulacağını bilmiş ve züht sahibi olmanın manevî kemâl yolunda hareket etmekte olduğuna inanmış, insan ömrünün dünya için harcanmasının bir anlamı olmadığını anlamıştı. Bu yüzden tüm dünyanın insan için harcanması gerektiğini ve o zaman insanın Allah’ın halifesi olma makamına erişebileceğini ve böylelikle Allah’a yakınlaşabileceğini tam anlamıyla fark etmişti.

Kıymetli Üstad saadet ehli ve mütevazı bir insandı. Onda manevî cimrilik asla yoktu. Bu yolda başkalarının elinden tutulması gerektiğine inanırdı. Bu konularda en ufak ego ve şehvet ifadesi dahi yoktu. Nitekim şehvânî duygulara karşı olduğu eserlerinde göze çarpmaktadır. Manevî konularda sahip olduğu statüyü öğrencilerinin de ulaşmasını için elinden geleni yapmaya hazırdı. Diğerlerinin kendisinden geride kalmasını asla istemez ve hatta bu yolda öğrenci öğretmen ilişkisinin devam etmesini de tasvip etmezdi. Öğrencilerine asla ‘siz benim öğrencilerimsiniz’ demezdi; her zaman onlara “arkadaşlar” diye hitap ederdi. Kısacası toplumun nadiren şahit olduğu, ancak benzerlerinin tarihte ender görüldüğü birisiydi.

  • Ayetullah Pehlevânî ile nasıl tanıştığınızı bizlere anlatır mısınız?

Benim kendisiyle tanışmam okurlar için pek de önemli olmayabilir lakin kısa da olsa bahsetmek isterim. Kum kentinde yaşamak ve oraya yerleşmek açısından şartların bana çok da uygun olmadığı zor bir dönemden geçmekteydim. Hayatımın bir dönemini el-Mizan’ın iktisâdî meseleleri üzerine inceleme ve kaleme almakla geçirmiştim ki; o sıralar başımdan bir olay geçti ve o da üstadım ile tanışmama vesile oldu. Bir iki arkadaşım bana tavsiye ettiler ve ben de onun huzurunda en azından adımın geçmesini istedim ve sağ olsun arkadaşlarım da lütufta bulunup isteğimi yerine getirdiler. Anlattıklarına göre kıymetli üstad kısaca bir düşünüp beni kabul ettiler; bense uzun bir araştırmanın ardından bunu yapmıştım. Nihayetinde huzurlarına vardım, ilk buluşmamızda çok önemli konulardan bahsettik; bunlar oldukça önemli ve ağır konulardı. Ancak Allah’ın izniyle beni kendi lütuflarından mahrum bırakmadılar ve irtibatımız kesilmedi. Anlatamayacağım derinlikte durumlar yaşandı, onun samimiyeti ve ahlâkî vakarı ilişkimizin devam etmesini sağladı.

  • Bazı kimseler, nefsin kuvvetlenmesi için bedenin zayıflaması gerektiğine, irfânın toplum ve aileden koparak gerçekleştiğine inanıyorlar veya belki de tarikat ile şeriat arasına mesafe koyulması gerektiğini savunuyorlar. Peki, Merhum Ayetullah Pehlevânî’nin eğitim tarzı nasıldı?

Eğitim tarzı tamamen Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (saa) sünnetinden ve Ehl-i Beyt’in (as) yolundan türemişti. Kendileri Ehl-i Beyte çok düşkündü ve onun başlıca rehberi ayetler ve hadislerdi.

Kur’an ve Ehl-i Beytin (as) verdiği talimatları yerine getirirlerdi. Bu talimatlarda beden ve ruhta ölçülü olmanın özel bir yeri vardı. Elbette açlık bu yolda önemliydi ama insanı ibadet ve sosyal görevlerden mahrum bırakacak kadar değil. Sünnet oruç ile ibadet hali arasında ibadet halini tercih ederlerdi. Ehl-i sülûk helal mal yemeli ama aşırı yememeli, güzel ve helal olan her şeyden ölçülü ve yerinde kullanmalı, başkalarına da ulaştırmalıydı. Yemek ve diğer zevklerde ölçülü olunması gerektiğine inanıyordu.

Talebelerine sünnet oruç tutmayı asla emretmezdi, ibadet amellerinde de insanı yormayacak kadarını tavsiye ederdi. Her zaman sülûk konusunda ilk olarak vaciplere amel etmeyi ve haramlardan kaçınmayı salık verirdi. Hiçbir sünnet onun için asıl konu olmamıştı. Elbette zikir ve dua ile ilgili talimatları vardı ama müstehaptaki ölçü farzları etkilememeliydi. Bu sülûk ehlini yormamalı ta ki insan irade ve arzusuyla Allah'a yönelebilsin ve hakikatini düşünebilsin. Üstadın eğitim tarzını öne çıkaran noktalarıydı bunlar. Onun tarzı Allah’a götürecek olan nefsi tanımaktı. Nurlu bir hadiste şöyle bahsetmektedir: “Kendi nefsini bilmeden Allah’ı nasıl bilebilirsin?” Kendi fıtratını tanımayan biri Rabbini de tanıyamayacaktır. Bu, Merhum Allâme Tabâtabâî'den ve seleflerinden aldıkları bir şeydi ve bunu kendi anlayışlarına ve derin içtihatlarına göre bağladılar; aslında bu, bir şekilde bir tür içtihat fikirleri olarak da görülebilir.

Ayrıca aile yapısını koruma tavsiyeleri de gözden kaçmamaktaydı ve çok da etkiliydi. Herkese sade ve normal bir yaşam tarzını tavsiye ederdi ancak kendi yaşam tarzı normalin de altında ve oldukça sadeydi.

Sülûk ehlinin tartışmalı ve kargaşalı bir şahıs olmaması gerektiğini, bunların seyr-i sülûk ile çatıştığını ve alakasının olmadığına inanırdı. Kemal yolunda vazife peşinde olunmalıdır, toplum içine çıkmak ne kötüdür ne de zaruri; vazifenin ne olduğuna bakılmalıdır. Üstad Pehlevânî yazmayı ve talebe yetiştirmeyi kendisi için vazife bildi. Vazifesini bir an bile bırakmadı. Mübarek ömrünün hiçbir anı boş geçmedi. Evine gittiğimizde eline bir hadis kitabı alır; ‘Haydi gelin bir hadis okuyalım!’ derdi veya bizlere bir hadis okumamızı söylerdi. Zamanının telef olmasına asla müsaade etmezdi. Azametli ve nuranî olmasına rağmen büyüklük ve ego belirtisi asla görülmezdi. Ne siyasetten kaçındılar ne de yersiz müdahalede bulundular. Ne orada burada dolaşan bir insandı, ne de inziva ehli biri. Cismî ve ruhî ihtiyaçları ile görevleri arasında gerçekten de mükemmel bir denge içinde yaşıyordu.

  • Kimileri, bugün toplumumuzda ve diğer toplumlarda sahte irfânın olduğundan, İslamî İrfânı camiada yaygınlaştırmamamız gerektiğine inanmaktalar. Siz bir İslam arifi ve konunun bir uzmanı olarak görüşünüz nedir?

Piyasada kaliteli ürün varken sahte ürünler de oluyor. Bu, ateist felsefî düşüncesi olduğundan İslam felsefesinden vaz mı geçelim demeye benzer? Yahut günümüzde sahte Mehdiler var öyleyse haşa İmam Mehdi’den de (af) vazgeçelim veyahut marifet pazarında sahte sikke ve ürün olduğundan hepsinden vaz mı geçelim?

Şunu kesinlikle bilmeliyiz; günümüzde sahte tanrılar hiç de az değil, tanrılık iddia edenler de az değil öyleyse Allah’tan ve O’na olan inancımızdan vaz mı geçmeliyiz? Ne kadar ilginç değil mi? Elbette böyle bir şey akla ve mantığa aykırıdır, doğru olan davranış, piyasaya ne kadar sahtesi çıkarsa aslının halka teslim edilmesi ve anlatılmasıdır.

Sahte ile gerçeği ayırt etmenin yolları var. Sahte altın sikkeyi mihenk taşına vurduğunda ortaya çıkar. İrfanda da durum öyledir. Halka gerçek irfanı açıkladığınızda sahte ve yalancı irfan ortaya çıkıp tanınacaktır.

Sizce İslam Devrimi, toplumda ilahî bilginin yayılmasında nasıl bir rol oynadı ve temel olarak, insanların Yüce Allah'a doğru ilerlemesi yolunda dinî hükümetin konumu neydi? İrfan ve siyaset arasındaki etkileşimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bilgi ve marifet elde etmek için hem iç hazırlıklar hem de dış şartlar gereklidir. Eğer kişi kendini bilgi ve marifeti saf şekilde içten içe akışına hazırlıyorsa; birtakım vazifeleri ve içsel davranışları olmalı, tefekkür etmeli ve davranışlarına dikkat etmeli, şahsi vazifelerini yerine getirmeli ancak camiada vazifelerini yerine getirebilmesi için de dışarıda da bir şeyler sağlanmalıdır. Sülûk ehli helal mal elde edemeyecek kadar çarşı pazar bozulursa sülûk sonuçsuz kalır. Eğer toplum bozulursa ilahî marifeti elde etme açısından sorunlarla karşılaşacaktır. Eğer toplum cinsiyet ve cinsel davranışlar, örtü ve haya açısından, kadın ve erkeklerin davranışları açısından bozulmuşsa kendini korumaya çalışan için sorun teşkil edecektir.

Eğer toplum, camiayı eğitecek mana ve ilim ehline müsaade etmezse veya münzevi olmasına neden olur, töhmet altına alır ve kötülerse; ilim elde etmek isteyenler şüphesiz zarar görür.

Allah'a doğru seyr-i sülûk etmenin en güzel ortamı, kelimenin tam anlamıyla dinî yönetim ortamıdır. Muhammedî dinin egemen olduğu bir toplumda, insanlar gelişmek için en iyi koşullara sahip olabilirler. Manevî konular İslam’ın temel konularıdır. Bu nedenle buyurdular; ‘önce din’ diye. Dinin aslı ve kemalin özü ilahî marifetten yani Allah’ı doğru tanımaktan geçer. Eğer hükümet dinî olursa dinin esasına kavuşacak yol da kolay olur.

Dolayısıyla şer’i yönetimde mana ehli ve arifler eğitim için en uygun sahayı bulurlar ama din ehli ilimleri desteklemezse kuru ve içeriksiz bir hükümet olur, hatta düzenbaz bir hükümet olur.

Bunun karşısında da dini yönetim ehl-i mananın varlığından yararlanır, çünkü onlar sağlıklı sâlih kişiler yetiştirerek dinî yönetimin devamlılığına yardımcı olurlar. Sâlih görevlilerin varlığı hem hükümete hem de halka faydalı olacaktır. Öte yandan insanlar, ilim ehlinin dünya adına konuşmadıklarını bildikleri için, Cenâb-ı Hak ile olan bağları düşünüldüğünde, bir bakıma dinî yönetimin en iyi destekçileri olacaktır. Dolayısıyla dinî yönetim ile irfan arasında yani siyasetçiler ile arifler arasında karşılıklı bir ilişki olacaktır ve her iki taraf da bu ilişkiyi kullanmalıdır.

Bilerek söylüyorum eğer İmam Humeynî (ra) mana ehlini desteklemeseydi -ki kendisi de irfan ehli olup bu yolun güzelliklerini tatmıştı- bugün İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamaneî mana ehli olmasaydı ve desteklemeseydi; emin olun muhalif insanların baskısından arifler evlerinde kapalı kalacaklardı. Birçok gencin Ayetullah Pehlevânî’ye yönelmesi Rehber’in bu nurlu yolu desteklemesinden dolayıydı.

  • Merhum İmam Humeynî (ra) şöyle buyurmuşlardı; “Evvel O, Ahir O, Zahir O, Batın O” âlemde tecelli etsin diye inkılap yaptık. Aynı şekilde Rehber de birkaç yıl önce Kirmânşâh şehrinde din hükümetini orta hedef olarak adlandırdılar. Orta hedeften kasıt asıl hedefimiz Marifet-i İlahî ile ibadet etmeğe kavuşmaktır. Sizce bu hedefe ne kadar yakınlaştık?

 İslam İnkılabı’nın hedefine ne kadar yaklaştık bu değerlendirmesi zor bir iştir. Çünkü insanın tüm kriterleri elinde bulundurması; iç, dış ve uluslararası tüm meseleleri bir arada görmesi gerekir. Kesin olan şu ki, mimarının ifade ettiği devrimin amacı, tüm insanları yaratmakla aynı amaçtır ve bu, devrimimizin temellerinin doğal ve kesin bir temel olduğunu göstermektedir; yaratılışın asıl gayesi Allah’ı tanımaktır. Allah Kur’an’da buyuruyor: “Cinleri ve insanları Bana ibadet etsinler diye yarattım.” tefsirinde buyuruyorlar “yani tanımak için” yani cin ve insanlar Allah’ı tanımakta özel bir merhaleye ulaşsınlar diye yaratıldı. Hedefin dinî hükümet olmadığı konusu ise hükümet insanları insan olması için zemin hazırlaması için var. Rehber’in beyan ettiği bu ibare çok dakik ve anlamlıdır. Çünkü biz Allah’ın halifesi olmak için yaratıldık. Yoksa İslam hükümeti olsun ama biz kendimizi yetiştirmeyelim hatta görünürde refah elde etsek dahi bu İslamî değildir, bunu herkes bilir. Biz ne kadar bu dünyada yaşayacağız ki böyle bir yere ulaşıp dünyaya özgü bir hükümet kuralım? Oysa biz ebedî olan ahiret için yaşamalıyız, bundan dolayı seçim ve ihtiyâr sahibi değiliz, bu dünyaya olan gönül bağlarımızı da koparmalıyız. Bu yüzden aziz Rehberimizin buyruğu hem dakik ve hem dinin esasına uygundur.

İslam Devrimi’nden sonra, İnkılabın Rehberi geniş ufuklu bir Müslümandı, İslamî insan bilim uzmanı bir fakih ve her şeyi anlayan biriydi. Arif, kâmil, filozof, fakih ve büyük bir siyasetçiydi. Gerçek manada bir insan olalım diye bir toplum inşa etmeye çalıştı. Elbette herkes potansiyel olarak insandır ancak bi’l-fiil eyleme döküp insan olmak için ilahî kuralların gölgesinde olmak gerekir. O ilahî zat ‘Şah gitmeli!’ dedi ve gitti.. ‘Amerika’yı rezil rüsva edeceğim!’ dedi ve etti.. ama onun asıl hedefi insanların yüce dereceye ulaşması, yetişmesi ve yücelmesiydi. Ancak ne kadar ilerleyebildik bunu tahmin etmek zor. Tabi bu tür meselelerin oluşması için münasip bir alan oluşmasını ümit ederiz.

  • aklit merciî ve veliyy-i fakihte adalet konusu ele alınmakta. İmam Humeynî (ra) ve Ayetullah Behcet bir hadis-i şerife dayanarak fakihin heva ve heves üzere olmaması gerektiğine inanmakta ve içtihat hakkında çok özel bir tarifte bulunmakta. Peki, diğer ehl-i mana bu konu ve İslam İnkılabı Rehberi hakkındaki bu şartın yerine getirilmesi konusunda hangi görüşü sahipler?

Toplumu yönetecek kişi rivayetlerde de değinildiği gibi kendi nefsine hâkim olmalı yani kendini kontrol edebilmeli; nefsinin heva ve hevesine karşı gelebilmeli. Allah’a, resulüne ve Ehl-i Beyt’e karşı itaatkâr olmalı. Her ne kadar asrın fakihlerinden biri bu rivayetin kaynağının sorunlu olduğunu beyan etse de diğer fakihler tarafından ispat edilmiş ve kabul görülmüştür. Fakihin adil olması konusu da fakihler ve arifler tarafından uzlaşılan bir konudur. Ancak dikkat edilmesi gereken husus; her yöneticinin adalet konusunda kendi sorumluluk alanında ele alınmasıdır. Sorumluluk alanı ise farklılıklar gösterebilir. Bazen bir cami imamının adaleti söz konusu olur, bazen bir hâkimin, bazen bir fakih ve taklit merciinin, bazen de 14 Masum İmam’ın (as) adaleti.

Biri kalkıp, bir fakih arif, filozof, mütekellim, sanatçı, siyasetçi, doktor, mühendis, ressam ve benzerlerine sahip olmalı diyebilir ancak bu beklenti masum olmayan bir kişide aranması çok fazladır.

Veliyy-i fakih dünyaya yönelik yükümlülük ve züht sahibi olmalı, siyaset ve yönetimde mütehassıs olmalı ve manevi alanlarda da her ne kadar ilerde ve daha çok sahip olursa daha iyi olur. Böylelikle topluma daha etki eder. Ancak irfan anlamında tam bir arif olması gerekir mi? gerekmez, böyle bir şart yok ve genelde de olmamıştır. Tabi fiilî şartlar öyle gerektirdi ve Devrim Lideri böyle derecelere sahip oldu. Marifet sahipleri de bunu dile getirdiler ve gençler de bunu ganimet bildiler.

Ayetullah Pehlevânî’yi bir gün Rehber’in huzurlarına götürmüşlerdi ve yaklaşık yarım gün yanında bulunmuşlardı. Döndüklerine öyle bir tabir kullandılar ki; Ayetullah Hamaneî’nin ne kadar zahit, güçlü bir itikada sahip olduğunu anlattıktan sonra dediler ki: ‘Rehber talebelik yıllarının talebesidir, asla değişmemiş. Bir İslamî yöneticinin, talebelik yıllarının ilk günlerindeki saf, halis ve zahit ruhiyeye sahip olması, onun İslam toplumu için siyasî ruha, siyasî duyarlılığa, doğru siyasî anlayışına sahip olmasını sağlar.’

  • Bir sonraki konumuz ise, ahlak üstadlarının siyasî meselelere katılımı hakkında olacak; bazıları ahlak üstadlarının siyasî konulara girmemesi gerektiğini söylemekte, bazıları da İmam Humeynî (ra) eğer mana ehli ve ahlak üstadı olmasaydı inkılap yapamazdı demekte ve inanmaktalar. Sizin görüşünüz bu konu hakkında nedir? Eğer girmeleri gerekiyorsa neden bazı marifet büyükleri siyasî konulara daha az girmişler?

İslam kapsamlı ve eksiksiz bir dindir. İnsanı Allah'ın halifesi yapmak gibi büyük bir gayeye sahiptir ki bu, insanın her boyutuna dikkat etmeyi gerektirir ve insanın siyasetin etkisi altına aldığı birtakım ihtiyaçları vardır. Bir insanın bir köşeye çekilip dünyada zalimlerin ne yaptığını, dünyanın ücra köşelerinde mazlumların ne çektiğini, hangi siyasetçilerin dine uygun, hangilerinin yok etmeye yönelik çalıştığını bilmemesi o insanın İslam’dan nasibini almadığını gösterir.

İrfanın özü ve ilkesi İslam’dandır, siyasetin ilkesi de İslam’dandır. İslam siyasî bir dindir ve aynı zamanda bütünüyle irfanî bir dindir öyleyse bu iki öz birbirinden ayrılmaz. Ancak insanların farklı yeteneklere sahip olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Bir vakit yaşlı ve irfan ehli biridir. Yaşlı oluşundan dolayı siyasî konulara giremiyor olabilir ama bu İslamî irfanın siyasetten ayrı düşeceği anlamına gelmez. Eğer bu zatın görüşünde irfan bir köşeye çekilmek olsaydı politikacıların onu görmeye gelmesine müsaade etmezdi. Zira ‘sizin ilkenizi kabul etmiyorum!’ derdi. Ayrıca bazı marifet ehli siyasî alanda geniş bilgiye sahipler ve de etkilidirler. Bazıları da İslam siyasetçilerine başarılı olmaları için dua etmektedirler. Bir hükümet ehlinin bir arifin duasına mazhar olması zaten siyasî bir iştir. Yahut bir arif siyasî bir zatı yetiştirmekte örneğin ülkenin siyasî ve ordu büyükleri Ayetullah Pehlevânî’nin huzuruna geliyordu ve kendisi gelenlere vaazda bulunuyor onları yönlendiriyordu. Ve eğer bizim ordu komutanları mana ehli olmasaydılar DAEŞ ve Amerika’nın karşısında duramazlardı. Dolayısıyla bu büyüklerin siyasetten haberleri olmasa ‘Siz politikacılar hiç gelmeyin! sadece evin bir köşesinde oturmak isteyenler gelsin..’ derlerdi.

Unutmamak gerekir Emirülmüminin Ali (as) Peygamber Efendimizden sonra bu âlemin ilk arifidir aynı zaman da tarihin en büyük siyasetçisidir.

Burada herkesin kendi kabiliyetine göre böyle olduğu sonucuna varıyoruz. Rahmetli Ayetullah Pehlevânî’nin siyasete çok ciddi bir bakışı vardı ve siyasetçileri uzaktan izliyordu. İslam devletinin ayakta kalması için siyasetçilerin züht sahibi olması gerektiği görüşündeydiler. Bu yüzden bazı siyasilerin lükse ve liberalizmin temeline yönelmelerinden dolayı oldukça rahatsız oluyorlardı.

  • Her zaman son sorumuz İmam Zaman (af) hakkındadır; sizce ‘zuhur’ kimsenin yorum hakkı olmadığı hayali bir şey mi yoksa bir esas ve kural üzere mi? Eğer bir esas üzere ise ilkesi nedir? Aynı zamanda, İslam fıkhının tahakkuk bulması yeni modern İslam medeniyetinin ve Hz. Mehdi’nin evrensel hükümetinin bir ön hazırlıkları olduğunu ne kadar kabul ediyorsunuz?

Hz. Mehdi’nin zuhuru eğer bir esas ve ilke üzere olmasaydı Allah’ın mahlûklarını bu denli terk etmezlerdi. Ama zuhurun nasıl ve tam olarak ne zaman gerçekleşeceği ve tüm âlemi kontrol altına alacağı delillerine matematiksel olarak ulaşmak mümkün değil. Çünkü bizi sarıp çevreleyen o dur. Biz ancak kendi vazifelerimizi bilmeliyiz. Şüphesiz vazifelerimiz züht, takva ve çabalamaktır. İslamî hükümetin amacı nedir ve nereye doğru gidiyor biz bilemeyiz ve bilgimiz de yok.

O önemli şeyin gerçekleşmesi için en iyi plan Rehber’in ortaya koyduğudur. İlk zulme karşı kıyam eden bir İslam İnkılabı gerçekleştirdik, tağutî düzeni yıktık ve yerine vazifemiz olan İslamî düzeni getirdik. Daha sonra İslam Devleti konusu oldu ve sonra İslam Toplumu ve sonra İslam Medeniyeti. İslam medeniyeti İslam’ın tüm cihanı kapsayıcı çehresidir. Ancak bunlar zamanla olur. Ne zaman hangisine kavuşacağımız dünya Müslümanlarının ihlas ve gayretine bağlı. Biz şu an İslamî bir hükümet kurma aşamasındayız ve ne yazık ki uzun yıllardır yerimizde sayıyoruz. Çünkü bu halka bütünüyle tepeden tırnağa devlet adamaların davranışlarına bağlı. Devlet adamlarının ahlakı ve davranışları ne kadar İslamî olursa, İslamî bir devlete doğru ilerleriz.

İslam devletinin gölgesinde kanunlarımız İslam olacak, rüşvetten, yalandan, tefecilikten, sınıf farklılıklarından ve liberal sistemden uzaklaşacağız. Zilletten, düşmana boyun eğmekten ve Allah düşmanlarından korkmaktan uzaklaşacağız.  İslam devleti de kendi rengini ve yüzünü bulacaktır. Bu ne zaman olur? Ancak İslam hükümeti ve devletinde yer alanlar bu özelliklere sahip olur ve farkına varırlarsa gerçekleşir.

Eğer İslam devletinin başındaki şahıs izzet sahibi biri olursa, tıpkı ayet-i kerimedeki gibi “Küffara karşı sert kendilerine karşı merhametli” (Fetih / 29) İslam devletine doğru gideriz. Aksi takdirde İslam devletinin başı para düşkünüyse, konumu için her şeyi yapmaya hazır, her şeyi söyleyen ve düşmandan korkan biriyse, biz geriye döneriz ve İslam devletinden uzaklaşırız. Biz İslam devleti kurmayana dek, İslam toplumu ve İslam medeniyeti bizim için bir rüya ve hayaldir. Bu süreçte herhangi bir aşamada değişiklik olursa bunda bir sakınca olmaz. Gücümüzün yettiği her yerde adaleti ve İslam'ı güçlendireceğiz. Herhangi bir aşamada başka bir sorun da çıkabilir, o da sorun değildir. Ancak bizim şu anki siyasî vazifemiz İslamî bir devlet gerçekleştirme çabasıdır. Biz oraya ulaşana kadar İslam yaygınlaşmış olacak. Çünkü Hz. Mehdi (af) geldiğinde “Ey Ehl-i Âlem!” hitabıyla gelecek. Öyleyse dinin yaygınlaşması için çalışmalıyız ancak muhakkak bunu gerçekleştireceğimizi iddia etmiyoruz. İddiamız olsaydı zaten İmam Zaman (af) gelmezdi. Ancak bizim her birimizin Mehdevî Hükümeti’n gerçekleşmesi için gerekli adımları atma vazifemiz var ve bunun için çabalamalıyız.

Oldukça faydalı ve verimli bir sohbet olduğu kanaatindeyim, bizlere vakit ayırdığınız için sizlere çok teşekkür ederiz. Başarılarınızın devamını diliyoruz İnşallah.

YORUM EKLE