Ayetullah Mir Bakıri: Hz. Mehdi’nin Zuhurunun Tarihin Tekâmül Seyrindeki Yeri

Tarihin tekâmül hareketinde Hz. Mehdi'nin (a.s.) zuhurunun yeri nedir?

Zuhur olgusu, bizim rivayetlerimizde ahir zaman olgusu olarak tefsir edilmiştir. Elbette iki ahir zaman vardır. Birincisi, yer kürede bâtılın zuhur ettiği dönemdir, öyle ki bu süreçte İblis'in kapasitesinin son noktasına kadar zulüm tüm dünyayı doldurur ve bu nokta onun dünya âlemindeki zahiri çöküşünün de başlangıcıdır. Bundan sonra Hz. Mehdi'nin (a.s.) zuhuru (ortaya çıkışı) gerçekleşir ve ilahi velayet dünya âleminde de zuhur sahnesinde de galip gelir. Bu aşama dünyada tarihin sonudur. Son aşamadan maksat, tarihin sonunun bir asrı, iki veya birkaç asrı değildir. Zuhurla kıyamet arasındaki mesafe çok net olarak açıklanmamıştır; ancak bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre zuhur asrından sonra uzun bir dönem, enbiya ve evliyanın velayeti özellikle de Masumların (a.s.) pak nurları ekseninde hak yönetim gerçekleşecektir ki bu da ricat asrıdır. Zuhur Asrı, tarihin son asrı demek değildir. Bunun anlamı, ilahi velayetin âlemde zuhur etmesi, İblis'in velayetinin son bulması, bâtıl devletin zahiri hâkimiyetinin bu asırda sonlanması ve Allah'a kulluğun beşer hayatının tüm alanlarında cari olup tecelli etmesidir.

Gerek Batılı gerek Doğulu, gerek kadim gerekse yeni olsun tarih felsefesinden bahseden birçok ekol, bir şekilde tarihin ve insanın sonundan veya geleceğin dünyasından söz etmiş, tarihin kemâl noktasında gerçekleşen bir insandan ve dünyadan bahsetmiştir. Bu durumda şu soru gündeme gelmektedir: İslami tarih felsefesinde insan ve geleceğin dünyası hangi özelliklere sahiptir ve onun diğer ekollerin tasvir ettiği ideal insan ve dünyadan farkları nelerdir?

Tüm tarih boyunca daima hak ve batıl, iman ve küfür diye iki akımın mevcut olduğunu ve yine sonunda hakkın ve imanın galip geleceğini, tüm dünyada ilahi velayetin zuhur edeceğini kabul edersek; doğal olarak vaat edilen toplumun insanlarının da farklı insanlar olacağını, bu insanların irade ve ideallerinin batıl toplumlarda yaşayan insanların ideal ve iradelerinden farklılaşacağını da kabul ederiz.

Bildiğiniz gibi batıl sistemde, insan zahiri boyut düzeyine indirgeniyor, toprak âlemiyle sınırı bir varlığa dönüştürülüyor ve kendi nefsani eğilimlerinin ve arzularının esiri haline getiriliyor. Onlara göre insanın tüm çabası kendi varlığının bu boyutundan haz alma kemâline ulaşmasıdır. Dolayısıyla batıl cephesinde izlenen idealler, adını refah ve kalkınma diye koymuş olsalar da tamamıyla insanın dünyevi yönleriyle sınırlıdır. Onların tüm istekleri, -açıklanan anlamlarıyla- refah, güvenlik ve maddi özgürlükle özetlenir. Ancak ilahi enbiya ve evliyanın ideal toplumunda tanımlar bile değişir. Yani insan haz peşinde de koşabilir; ama bu hazzın nihayeti, ubudiyet hazzından başkası değildir ve şu duanın gerçekleşmiş şeklidir: “Senin zikrinden başka duyduğum bütün hazlar için, sana yakınlaşmanın dışındaki bütün mutluluklarım için, senin dostluğundan başka bütün rahatlıklar ve sana itaattin dışındaki bütün işlerim için beni bağışla!” Hazzı zikirde, mutluluğu Hakk'a yakınlaşmada, rahatlığı Allah'la dostlukta olan bir insanın tüm hareketleri ilahi emirler doğrultusunda olacaktır. Onu harekete geçiren Allah'ın isteğinden başka bir şey değildir; o, artık Allah'ın istediği şeylere gark olmuştur. O, yalnızca Allah'a kulluğu önemli gören bir kuldur. Diğer tüm meseleler onun için kulluğun teferruatından ibarettir. Peygamberlerin eğittiği bir insan, maddi ekollerin eğittiği bir insandan farklıdır. Bu ekoller, maddi mutluluklara ve sevinçlere ulaşan tabiat düzeyinde bir insan yetiştirmek istiyor, insan için tanımladığı ideallerin hepsi dünya düzeyindedir. Ancak peygamberler insanı ubudiyet sınırına ulaştırmak, onu tüm ilgilerden ve sınırlamalardan özgür kılmak ardından da bu özgürlükle onu kul yapmak istiyor. Hakiki kul gereksiz tüm dünyevi ilgilerden kurtulmuş olan insandır. Yalnızca mevlâsıyla meşguldür. Müminlerin Emiri'nin (a.s.) buyurduğu gibi “Bir topluluk da Allah'a şükretmek için (muhabbetlerinden) ibadet ettiler, işte bu özgürlerin ibadetidir.”  Özgür olan kimse Allah'a kulluk eden; ama kulluk amacı herhangi bir menfaat elde etmek veya herhangi bir tehlikeden kurtulmak olmayan kimsedir. Onun amacı yalnızca Allah'tır, Allah'ı sevmek ve O'na şükretmektir. Peygamberler insanı işte bu düzeye ulaştırmak istiyorlar.

O halde Zuhur Asrının insanı, peygamberlerin istediği özellikleri bulan insandır. Bundan daha da latif olanı, bu özellikleri toplumsal hayatının tüm boyutlarında yansıtır. Yani insanlar yalnızca içsel tecellileri bakımından kul değildirler. Zuhur Asrında beşeriyetin tüm hayatının ahengi, kulluk (ubudiyet) ahengidir. Yani Müminlerin Emiri'nin (a.s.) şu buyruğunda olduğu gibidir: “Ta ki tüm amellerim ve zikrim tek bir zikir, halim senin hizmetinde devamlı olsun.” O asırda toplumsal ilişkiler ve toplumsal ibadetler de melekûtî olur. Tüm insanlar tüm tavır ve davranışlarıyla Allah'a ibadet ederler. Gerçekte Veliyullah'ın velayet cereyanı, insan hayatının tüm boyutlarında cari olur ve bu cereyan da ubudiyet, hayat ve nurun başlangıcıdır. Masumiyet (ismet) gerçekleşir demek istemiyorum. İsmet, Pak Masumların (a.s.) nurundandır fakat tüm Zuhur Asrında ve büyük Şii toplumunda öyle bir makama ulaşırlar ki tüm davranışları Allah'ın velisine tabi olmakla şekillenir ve toplumsal hayatları, Veliyullah'ın iradesinin ve velayet güneşinin ışığında tahakkuk eder. Dolayısıyla en son insan, peygamberlerin yetiştirdiği insandır. Toplumsal hayat, Veliyullah'ın velayetinin mazharıdır. Ubudiyet nuru, Allah'a kulluk nuru hayatının tüm alanlarında caridir.    

Birçok yazar, Zuhur Asrını tasvir etmek istediği zaman insanların maddi refahının arttığına, tarım ve hayvancılık ürünleri gibi maddi nimetlerin bollaştığına, servetlerin fazlalaştığına yoksulluğun ortadan kalkıp eşitliğin sağlandığına dair rivayetlere işaret ediyorlar. Peki ama acaba Zuhur Asrının diğer asırlardan tüm farkı maddi refahın ve insanların huzurunun artması, mal ve servetlerin çoğalması olarak özetlenebilir mi? İnsanda ve dünyada hiçbir niteliksel değişim gerçekleşmeyecek mi? Bu asrın önceki asırlardan en temel farkı nedir ki böylesine değerlidir ve insanlar asırlar boyunca onun gelmesini bekleyip onca sıkıntılara ve zorluklara katlanmıştır?

Zuhur Asrında maddi nimetlerin ve refahın artacak olmasından hiç kuşku yok. Bu mesele cennette de bu şekilde olacak. Ancak cennette Allah'ın velilerinin ve müminlerin nimetlendirilmesi ile dünya ehlinin dünyadaki nimetlendirilmesi zahiri ve niceliksel açıdan bile kıyaslanabilecek gibi değildir. Zuhur asrında müminlerin nimetlendirilmesi de -ki dünyada tecelli eden cennet mertebelerden bir mertebe diye tabir edilir- onların zuhurdan önceki nimetlendirilmeleri ile kıyaslanamaz. Çünkü cennet de Allah Teâlâ'nın velayetinin mertebelerinden başka bir şey değildir ve Allah'ın yüce velisinin velayeti de onda yer almaktadır. Cennette herkes Veliyullah'ın ziyafet ve misafir evindedir. Bağışlanmalarıyla mütenasip olarak Allah'ın velilerinin velayetinde dereceye sahiptirler ve nimetlendirilirler.

Usûl-i Kâfî'de bir rivayet nakledilir, bu konunun daha iyi anlaşılması için bu rivayete göz atmak yerinde olacaktır. Ammar Sabati” diyor ki İmam Sadık'a (a.s.) “Allah'ın rızâsını elde eden, Allah'ın gazabına uğrayan gibi olur mu hiç! Bunun varacağı yer cehennemdir; o ne kötü bir varış yeridir! Onlar Allah katında derece derecedir. Allah onların yaptıklarını görmektedir.” (Al-i İmran 162-163) ayetinin tefsiri hakkında soru sorduk. İmam buyurdu ki: “Allah'ın rızasını elde edenler İmamlardır ve ey Ammar, müminlerin dereceleri velayetleri ve marifetlerine göredir…” Dolayısıyla İmamları (a.s.) tanıma ve onların velayetine bağlanma ölçüsü, insanın manevi derecelerini şekillendirir ve kemâl meydana getirir. Cennet de aslında İlahi Velayet ziyafetinin derecelerine gark olmaktır.

Bunu dikkate alarak diyebiliriz ki zuhur asrında dünyadaki maddi nimetler genişleyecek olsa da en temel mesele bu asırda ihtiyaç ve memnuniyet kavramının değişmesidir. Bazen ihtiyaç ve memnuniyet, istikbar ve şeytanlık eksenine göre şekillenir. Bu durumda ihtiyaç ve memnuniyet maddi mutluluklardan faydalanmak ve kendine gark olmaktır. Bazen de ihtiyaç ve memnuniyet kulluk eksenli olarak gelişir. Burada da ihtiyaç ve memnuniyet, Allah'a yakınlaşma ve kulluk kavramlarıyla ilgilidir. Yani artık hiçbir hazda istikbar görülmez. Hazzın tadı, Allah Teâlâ'ya kulluk hazzıdır. Bir başka deyişle İlahi Velayetin hazzıdır. Yani içsel haz, velayet neşesinden başka bir şey değildir. Günahkâr insan, İblis'in velayetiyle keyiflidir, İblis'in velayeti onun keyfinde cari olur. Günahkâr insanların keyfi, İblis'in velayetinin yaygınlaşmasıyla orantılıdır. Zulmani, karanlık ve alçak bir mutluluktur. Ama müminin neşesi, yüce Veliyullah'ın velayetinin yani Allah'ın velayetinin yaygınlaşmasıyla orantılıdır. Bu neşe nuranidir ve rahmet neşesidir. Çünkü her fiilleriyle Allah'ın velisine tevelli ediyorlar ve Allah'ın nuraniyeti de onlara şamil oluyor. Onların cennetinin hakikati de velayetten kaynaklanan sevinçleri ve yakınlıktaki dereceleridir. Dolayısıyla bazen, ihtiyaç ve memnuniyetin genişlemesi İblis'in velayeti altında gerçekleşiyor. İhtiyaç ve memnuniyette kesret ve vahdet bulunuyor. İnsanın tüm ihtiyaç ve memnuniyetlerini şehvet ve heveslerde gören bu kaotik maddi medeniyet ortaya çıkıyor.  Bazen de ihtiyaç ve memnuniyet Veliyullah'ın velayeti altında gerçekleşiyor ve bu dünyada melekûtî bir sevinç ve mutluluk gerçekleşiyor. Müminlerin Emiri Ali'nin (a.s.) Kasia Hutbesinde gerçek takva sahiplerini tanımlarken buyurduğu gibi: “Kalpleri cennetlerde, bedenleri ameldedir.” Yani kalpleri şu anda cennetlerdeki ilahi rahmete gark olmuştur.

Dolayısıyla, ayağı yeryüzüne basan bu insanın kalbi cennettedir. Neşesi melekûtî bir neşedir. Mümin insan, yemesi ile dahi kâfirden farklıdır, nikâhtan aldığı haz da melekûtîdir. Elbette bu derecelere ulaşmamış insanlar için bunlar hayal ürünüdür ama peygamberlerin öğretisinde mümin insanın hazzı, kendisinin iman derecelerinde ve doğal olarak imanında vuku bulmaktadır. Dolayısıyla Zuhur Asrında haz, ihtiyaç, kemâl ve neşe kavramları değişiyor, mecraları da farklılaşıyor.

Allah'ın Velisinin velayeti zuhur ve tecelli ettiğinde insani iradeyle tabiatın zâtı da uyum içinde olur ve doğal olarak tabiat nimetlerini insana sunar. Öte yandan Veliyullah'ın velayeti insanların kalplerinde cari olduğu zaman insanlar şu an beşerin elinde olmayan ve bazen onlardan batınî ilimler diye söz edilen “tasarrufî isimler” elde edecektir. İnsanlar bu batınî ilimler çerçevesinde âlemde daha derin katmanlara hâkim olurlar. Onların irade nüfuzu, tabiatın derinliklerine kadar ilerler, nimetlerden yararlanma imkânı ve varlıkların batınî nimetleri, bu âlemde kendileri için hazır hale gelir. Onlar neşe ve nimet ile Allah'ın Velisinde gark olurlar. Meşiyet doğrultusunda amel ederler, şehvani hazlara ulaşmak isteyerek aykırı işler yapmazlar. Hatta onların helal hazları, başkalarının helal hazlarından farklıdır. Dolayısıyla bir taraftan tabiatın hâkimiyet alanı değişiyor ve Allah Teâlâ insanı daha derin katmanlara hâkim kılıyor. Tıpkı bu maddi uygarlıkta atomların içindeki enerjinin onun emrine sunulması gibi. Ve insan bu enerjinin yardımıyla birçok işi yapabilme gücü kazanıyor. Ama tabiatın gizli katmanları da vardır ve onlar isimlerle ve batınî ilimlerle müminlerin emrine sunuluyorlar ve bu kudret elde ediliyor. Bu da bir iki müminin için değil, bu iş Zuhur Asrında müminlerin tamamının nimeti oluyor.

Bu asırda akıl kemâle eriyor. Batınî ilimler, umumi şuhûd ve mükâşefe yaygınlaşıyor. Ben bunun Hz. Mehdi'nin (a.s.) tüm Şiileri için ulaşılabilir bir şey olacağını düşünüyorum. Bütün bunlarla beraber, onların problemleri ve imtihanları şudur: Ellerinde olan tüm bu tecelliler, Allah'ın Velisinin yolunda kullanılmalıdır. Öyle ki Allah'ın Velisinin velayetine gark olmalıdır, neşelerinin esası, Allah'ın velisinin velayeti olmalıdır, diğer sevinçlerini, neşelerini ve coşkularını o coşkuya kurban etmelidirler. Bu imtihan zuhur asrındaki ağır bir imtihandır.

Dolayısıyla Zuhur Asrının en temel özelliği, Veliyullah'ın velayetinin zuhurudur. Bu velayet, kulluğun sağlam bir ipidir. Zuhur asrında da kulluğun tahkimi gerçekleşir. Ve tüm yolların, hatta peygamberlerin yollarının kendisinde son bulacağı Sırat -ki bu da Veliyullah'ın (a.f.) velayetinin hakikatidir- gerçekleşir. Hakkın nuru, hakkın hidayeti, hayat vs. beşerin umumi hayatında tecelli eder ve beşer hayattan ve nurdan yeni bir konum kazanır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir. Düşünesiniz diye gerçekten, size âyetleri açıkladık.” (Hadid: 17) “O gün yeryüzü Rabbinin nuru ile aydınlanacak” (Zümer: 69) Zuhur Asrının tefsirine yönelik diğer ayetler de zuhurun özelliklerini Veliyullah'ın velayeti, zuhuru, Veliyullah'ın velayetinin tecellisi ve ilahi emrin zuhuru ekseninde tefsir etmektedir. Meselenin aslı şudur: Zuhur Asrında Allah'ın velisinin etrafında toplanan insanların kalpleri muhabbet nuruyla aydınlanmıştır. Gönüllerindeki muhabbet alevi dile yansımıştır. Onlar, Allah'ın velisini asıl sevgili gören insanlardır. Bir başka tabirle onların asıl sevgilileri Allah Teâlâ'dır. Allah'ı Teâlâ'nın yanında Allah'ın velisini de severler. Tüm hazları ve sevinçleri, Veliyullah'ın velayetinden daha fazla nimetlenmeleridir. Elbette tüm âlemin bu tür insanların emrine verilmesi doğaldır. Tıpkı cennetin de aynı şekilde olması gibi.

Cennet ehli, ahirette oyun eğlence istemez, onlar velayete cezp olmuşturlar ve istedikleri sadece hayır, hak ve yakınlaşma sevincidir. İmam-ı Zaman'ın (a.s.) mukaddes varlığının ideal toplumu, peygamberlerin ve vasilerinin ideal toplumudur. Maddi medeniyetin sözde ideal toplumu değildir. Ubudiyetin onda kendi anlamını bulduğu toplumdur. Tüm beşer, Allah'a yönelir, O'nun kulluğunun sevincini yaşar. Beşer öyle bir konuma ulaşır ki Rabbin muhabbeti ve O'nunla buluşma iştiyakı, onun varlığında canlanır ve çocukça hevesler kalbinden dışarı çıkar. Aslında onlarla nimetlenmek, Allah Teâlâ'ya yakınlaşma ziyafetiyle nimetlenmektir. Maddi nimetlerden yararlandığında da insanın sevinci, bunların ona Allah Teâlâ'nın ikramı, ziyafeti olmasından dolayıdır.

 

Zatıâlinizin söylediklerinizden hareketle acaba İslam'ın çizdiği ideal toplumun insan-ı kâmil eksenli bir toplum olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani bu insanın kemâli ve değişimi esasına dayalı bir toplumdur diyebilir miyiz? Zuhur Asrı ile ilgili birçok rivayette çoğunlukla o asırda insanın değişiminden ve tekâmülünden söz edilir. Örneğin İmam Bakır'ın (a.s.) şöyle buyurduğuna dair rivayette olduğu gibi: Kaim'imiz kıyam edince Allah Teâlâ onun elini kullarının başları üzerine tutacak, onunla insanların aklını mükemmelleştirecek, düşüncelerini yetiştirerek kâmil kılacaktır.”

Başka bazı rivayetlerde de Zuhur Asrında insanın ve dünyanın canlanmasından söz edilmektedir ve bu dönem, insanın veya dünyanın ikinci defa hayat bulduğu bir asır olarak tanıtılır. Örneğin İmam Bakır'dan (a.s.) nakledilen bir rivayette şöyle geçer: “Allah azze ve celle arzı, ölümünden sonra Kaim'le birlikte yeniden diriltir.” İşte bu sebeple Ahit Duasında Allah'tan kullarını İmam Mehdi'nin (a.s.) zuhuruyla diriltmesini istiyoruz. Dolayısıyla acaba şunu söyleyebilir miyiz? Zuhur Asrında meydana gelecek en önemli değişme, insanın dirilmesi, gerçek hayatı, temiz hayatı elde etmesidir. Dünyadaki, maddi âlemdeki geri kalan değişimler, insanların zahiri hayatlarındaki değişimler, bütünüyle öncelikle insanda meydana gelen değişime tabidir. Bir başka deyişle, acaba şunu söyleyebilir miyiz? Zuhur olgusu aslında insan-ı kâmilin ve temiz hayatı elde etmiş insanın ortaya çıkması için gerçekleşir. İnsan-ı kâmil, sahip olduğu tüm bu özellikleriyle ortaya çıkınca tüm dünya O'na eşlik eder ve yeryüzü, nimetlerini onun emrine sunar.

Evet, ben söylediklerinize büyük ölçüde katılıyorum. Yalnız konuyu biraz açabiliriz. Aslında Allah'ın velisinin yaptığı en asli iş, insanların ruhlarında tasarruftur. O, velayeti kabul etme kabiliyeti bulan ve onu kabul etmeye açık insanları tasarrufuna alır ve onlara başka bir ruh üfleyerek hayatın başka bir konumuna ulaştırır. İnsanın hayat konumu farklı olunca ihtiyaçlarının mahiyeti, iradeleri ve amaçları da tamamen farklılaşır. Onların hepsi bir tür temiz hayat bulurlar, bu da tamamen nuraniyettir ve Allah'ın velisinin bilgisi onlarda cari olur. Bu meseleyi birçok ayetten çıkarabiliriz. “De ki, "Hiç düşündünüz mü ki: suyunuz çekilse, size kim temiz, akar bir su getirebilir?” (Mülk: 30) ve “Doğru yola girselerdi onlara bol su verirdik.” (Cin: 16) ayetleriyle ilgili nakledilen rivayetlerde “temiz su” ve “bol su” Allah'ın velisi ve onların ilmi ile tefsir edilmiştir.

Zuhur Asrında Allah'ın velisinin rabbanî ve melekûtî bilgisi kalplerde akar ve bu bilgiler, hayatın ruhunda ve nuraniyette yeni bir aşama oluşturur. Bu nur âleminde ve maarif âleminde hareketler asrıdır. Bu, diğer hareketten ve istenenden farklı bir niteliğe sahiptir. Allah'ın velisinin âlemdeki tasarrufuna ilaveten tüm varlıklara da başka bir hayat üfler. Hatta bazı rivayetlere göre hayvanların davranışları bile farklılaşır. Yani kabiliyet kazanırlar, onlar bile gelişirler. Denilebilir ki gelişme konusunda bir uyum gerçekleşir. Veliyyullah'ın velayetinin esası da, insanları Allah'ın nimetlerini idrak edip kavrama sınırına ulaştırmasından ibarettir. Allah'ın nimetleri, bizim duyular âleminde gördüklerimizden çok daha fazladır. Hatta bu dünyada da bu nimetlerin idrak edilip kavranması, insanın kemâline bağlıdır. Yakınlaşma (kurb) derecesine ulaşan bir insan, kendisine temiz hayattan dereceler üflenmiş olan bir insan, Veliyyullah'ın velayetini ve Allah'ın rahmetini kavrama kabiliyeti kazanır. Bu, Zuhur Asrında meydana gelen en temel değişimdir. Bu asırda insanlar rabbani olmuştur, Allah'ın velisinin ışığı olmuş ve velayet nuru onlara üflenmiştir. Bir başka deyişle Veliyyullah'ın velayetinin berrak suyu, onların kalplerinde akar; bu tür insanların haz alması, neşesi, coşkusu, hareketi ve rahatlığı, farklı bir anlama sahiptir.

Burada düşündürücü olan bir diğer nokta da şudur: Bu asırda sadece fertler ve toplumun bireyleri güzelleşmez, toplumsal ilişkiler, onların birbiriyle münasebetleri de güzelleşir. Yani toplumsal ahlakları da melekûtî olur, tüm ilişkiler takva, gelişmişlik ve Allah'a yakınlaşma esasına göre şekillenir. Bazen toplumsal ilişkiler kötü ahlakın gelişmesine neden olur. Maddi yönetim, bir iş yerinde bile hırs, kıskançlık ve istikbar meydana getirebilir. Sağlıklı olmayan kurumsal ilişkiler, üst sınıflara mensup kişilerde istikbar duygusu, alt sınıflara mensup kişilerde ise aşağılık duygusu ve kıskançlık yaratır. Fakat hak yönetim sistemlerinde ilişkiler böyle değildir, iyilik ve takva yaratır. Bütün ilişkiler takva ekseninde olur, şehvet ekseninde değil. Allah'ın velisinin toplumunda “Allah için sevmek” ve “Allah için nefret etmek” tüm toplumsal ilişkilerde belirleyici olur. Yani tüm ilişkiler, Allah sevgisi temelinde şekillenir. Tüm toplumsal ilişkiler, Allah'a yakınlaşma mecrasına dönüşür. Orada hiçbir şey dünyaya tapınma mecrası olmaz. Eğer biz böylesi bir bakış açısına sahip olursak, doğal olarak insan âlemi ile insanın dışındaki âlem arasında tam bir uyum olur ve tümü nuranileşir ve ahenkli hale gelir. Böylesi bir durumda artık “maddi nimetler” ifadesi yanlıştır. İnsanın emrine çeşitli nimetler sunulur ve onların tamamı da manevi ve ilahidir, bunların hiçbiri egoizme davetten ve istikbardan doğan sevinç değildir, hepsi Allah'ın rahmetinden kaynaklanan sevinçtir.

Maalesef biz batıl velayet cereyanı yüzünden insanlığın Allah'ın rahmet ve nimetini idrak edip kavrama kapasitesini kaybedip karanlığa gömülmüşüz. Eğer bu kapasite elde edilirse insan, tek bir anı dahi batıl sistemin tamamıyla kıyaslanamayacak daimi mutluluklar kazanır. Bazen Allah'ın velisinin batıni hallerinde gerçekleşen bu mutluluklar, o dönemde toplumsal tecellilerin tamamında zuhur edecektir. Şimdi ben bu merhaleye ulaşmış insanı “insan-ı kâmil” diye mi yoksa “kul insan” diye mi ifade edeyim bilemiyorum. Ancak Veliyyullah'ın velayetinin mütevellisi olan insan için doğru ifade “Şii”dir. Ben “Şii” tabirini “insan-ı kâmil” tabirinin yerine kullanıyorum. Çünkü insan-ı kâmil tabiri, ariflerin tabiridir ve kendi bağlamında saygındır. Fakat insan-ı kâmil için yaptıkları tanımlar ve zikrettikleri özellikler, Kur'an'ın yahut Ehl-i Beyt'in (a.s.) nurani maarifinde Şiiler ve müminler için açıklanandan farklıdır. “Şii” en iyi tabirdir ve kendi velisinin ışığı olan insan anlamındadır. Tıpkı “Müminin ruhunun Allah'ın ruhuyla bağlantısı, Güneş ışığının Güneşle bağlantısından daha güçlüdür” şeklindeki rivayette olduğu gibi…  Şia fıtratıyla ilgili rivayette şöyle zikredilmiştir: “Şiiler biz Ehl-i Beyt'in (a.s.) bedeninin fazlalığından yaratılmıştır ve tabiatları bizimle aynıdır.” Zira Şia, velisi ile bağlantı halindedir. O'nun yörüngesinde döner, O'nun iradesine göre hareket eder. Zuhur Asrı, Şiiliğin tecelli asrıdır. Başlangıçta insanlar, Şiilik derecesi ile kemâle ererler ve hayat ve nur kaynağının ışığı olduktan sonra onlara hayat ve nur üflenir ve o sevincin ve hayat nurunun cezbesine gark olurlar.

Zuhur olgusuna ve İmam-ı Zaman'ın (a.s.) hareketine dair doğru bir tahlilde çok önemli bir rol oynayan dikkat çekici noktalardan biri de rivayetlerde İmam'ın adaleti yayması konusunun çokça vurgulanmasıdır. Yani adalet ve eşitliğin yayılması, Zuhur Asrı konusundaki tüm rivayetlerin ana eksenidir. Bu durumda şu soru gündeme gelmektedir: Adaletin yaygınlaşmasının insanın değişimi ve tekâmülü ile nasıl bir ilgisi vardır? Bu konuda nasıl bir rol oynar?

Sorunuza cevaben öncelikle birkaç noktaya işaret edip sonra bir toparlama yapayım. Birinci nokta şudur: Adalet, Allah Teâlâ'nın fiilî sıfatlarındandır. Allah Teâlâ'nın fiili, hem hekimin hem de adilin fiilidir. Ayrıca insanların fıtratı da adalet ister. İnsanların fıtratında adaleti sevmek vardır. İnsanlar adaleti severler, nitekim bu umumî bir fıtrattır.

İkinci nokta şudur: İnsan bireysel yetişme mecrasına girdiğinde tedricen adalet algısı değişebilir. Yani, İblis'in velayeti altında kalırsa onun gözünde adaletin anlamı da değişebilir. Hatta zalimce münasebetleri adilce, adilce münasebetleri de zalimce görebilir. Aynı şekilde marufu sevmek de insana yerleştirilmiştir. Ama insan öyle bir noktaya ulaşabilir ki münkeri maruf, marufu da münker sayabilir. Bunlar, ahir zaman ile ilgili rivayetlerde olan şeylerdir. İnsan öyle bir noktaya ulaşıyor ki onun güzellik anlayışı değişiyor. İblis, insanın güzellik anlayışını ve onun irade yönünü, dünya istikameti ve nefsine tapınma yönünde değiştirme peşindedir. Eğer bu gerçekleşirse insanların toplumsal münasebetlerdeki adalet telakkisi, tek bir telakki olmayacaktır. Birileri bir münasebeti adilce, birileri ise zalimce görecektir.

Üçüncü nokta şudur: İnsanda adaletle ilgili var olan işte bu fıtri eğilim doğrultusunda bizim insanları Zuhur Asrına çekmek için vurgulamamız gereken en temel tecellilerden biri, işte bu adalet meselesidir. İspat makamı açısından da tebliğ makamı açısından da en iyi davetlerden biri adalete davettir. Sübut makamı açısından da gerçekten de adalet gerçekleşmezse Allah'a yakınlaşma gerçekleşmeyecektir.

Dördüncü nokta şudur: Bence insanın fıtratına yerleştirilmiş olan adalet, ilahi velayetin tecelli ve tezahürlerinden, şuûnâtından başka bir şey değildir. Biz, Eşarilerin yaptığı gibi “hüsn” (iyilik) ve “kubh”un zatî olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat Allah'ın velayeti karşısında bir zat ve tezahürler farz edip, “hüsn” ve kubh” oradadır ve bu “hüsn” ve “kubh” Allah'ı da bağlayıcı bir anayasadır demek de yanlıştır. “Hüsn” ve “kubh” Allah'ın velayeti doğrultusunda tanımlanır. Yani Allah'ın velayetinin tezahürüdür. Aslında Allah'ın velayet cereyanı, kendine özgü tezahürlere sahiptir ve her tecellide cari olmaz.

Allah tarafından müminlere gerçekleşen velayet, belki de sadece müminleri kapsayan özel bir rububiyettir. “Allah müminlerin velisidir” (Bakara/257), devamında Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve Masum İmamların (a.s.) velayetine ulaşır. Bu velayetin tezahürü adalettir ve şeriat da bu velayetin tezahürünü, hayatın çeşitli boyutlarında beyan eder. Dolayısıyla şeriatın gerçekleşmesi, hayatın tüm alanlarında Allah'ın velisinin velayetinin her yönüyle gerçekleşmesinden başka bir şey değildir.  Bir toplum Allah'ın velayetine tevelli ederek kemâle ulaşmışsa ve Veliyyullah'ın velayetinin cereyanı her açıdan tahakkuk etmişse adalet gerçekleşmiştir.

Zulüm, insanın Allah'ın velayetinden çıkmasıyla başlar. Şer de mahlûkatın ubudiyetten çıkmasıyla başlar. Kul, Allah'ın velayetinden çıkınca, zalimce münasebetler başlar. Gerek insanın kendisiyle ilişkisinde, gerek insanın kendi dışındakilerle ilişkisinde örneğin tabiatla, hayvanlarla veya diğer insanlarla… Zulmün esası, velayetten çıkmaktır. Eğer insanlar Allah'ın velisinin velayeti altında olursa asla zulmetmezler. Çünkü Allah'ın velisi Allah'ın velayeti altındadır, Allah'ın meşiyyet (dileme) noktasındadır. İsmet makamı da işte budur. Yani sahip olduğu tüm güçleri, onların sonsuz güçlerinden hiçbiri azim ve irade aşamalarının hiçbir aşamasında Allah'ın meşiyyetine aykırı davranmaz. Eğer hepimiz Allah'ın velayetine gark olsaydık, Hakk'a teslim olsaydık, ihlasın bizde gerçekleştiği ölçüde Allah'ın velayet nuru, hayatımızın tüm boyutlarında cari olurdu. Adalet, bizim içimizde, sonra da bizim dışımızdaki münasebetlerde gerçekleşir. Bir toplumdaki iradelerin cereyanı, Allah'ın iradesinin ekseninde olunca tüm ilişkiler adilce olur. O halde adalet, bizim hepimizin Allah'ın velayetine teslim olmamız, iradelerimizin Hakk'ın emri ve meşiyyetiyle akması halinde gerçekleşir. Biz kendi iradelerimizi ilahi irade ve meşiyyetin mecrası kılarsak, adaletin mecrası oluruz, adalet de bizim içsel münasebetlerimizde, yani vasıflarımızda, davranışlarımızda ve inançlarımızda cari olur. Hem içsel münasebetlerimizde, hem de başkalarıyla, tabiatla vs. ilişkilerimizde gerçekleşir.

Özetle adaletin hakikati, Allah'ın velayet cereyanının hayatın tüm alanlarında olmasından başka bir şey değildir. Zuhur Asrı adalet asrıysa, demek ki ubudiyet asrıdır. Zuhur Asrında adaletten anlaşılan, sadece maddi kavram olarak adalet değildir. Hatta ekonomik tecellilerinde bile maddi adalet değildir. Adil ekonomik tecelliler, beşerin ekonomik hayatındaki tüm nimetleri Veliyyullah'ın velayet ekseninin yansımalarıdır.

Zuhur Asrında gerçekleşecek olan o adalet, fıtrî adalettir. İnsandaki tahrif edilmiş adalet talebi değildir, bu nedenle Şeytan, insandaki güzellik algısını değiştirerek zalimce dengeleri, adilce dengelerin yerine koyamaz. Bu, maddi sistemlerde bir başka şekilde olan bir iştir, Siyon Protokollerinde insanlığı kanunla teslim alın sonra o kanunu kendiniz yazın diye geçer. Eğer, metinlerinde apaçık zulme yer veren kapitalist düzenin kanunları, adalet kanunlarının yerini almışsa adalet adına yapılan her şeyin, zulüm olacağı açıktır. Moment kolu bir tarafa doğru olan bazı terazileri görmüşsünüzdür. Siz bir tarafa yüz kiloluk bir enerji uygulasanız, o taraftaki bir kilo ağır gelir. Bu terazi adil bir terazi değildir. Eğer bizim terazimiz zalim bir terazi olmuşsa, şakulümüz yanlışsa, bu terazi ve bu şakul ile adalet sağlanamayacağı açıktır.  İblis, insanların içini ve toplumsal münasebetleri değiştirir. İnsanın içsel terazisini bozar, dolayısıyla insan iyiyi kötüyü belirlemede ve ölçmede hata yapar ve zalimce belirlemeler yapar. O halde ahir zamanın şerri, insanın terazisinin, toplumun terazisinin bozukluğundan kaynaklanan bir şerdir. Adaleti gerçekleştirmek için gelen Hz. Mehdi (a.f.) de öncelikle terazileri düzeltecektir. Ta ki böylece adaletin doğru kavramı anlaşılsın, zalimlik terazisine ağırlık koyarak adalet gerçekleştirilemez. İnsanların içsel terazileri değişmedikçe nitelikler değişmez. Dışarıdaki niteliklerin değişmesi adaletin gerçekleşmesi için yeterli değildir.

Yani size göre toplumsal münasebetlerde adaletin gerçekleşmesinin öncülü, insanın kendisinde adaletin gerçekleşmesidir.

İnsanın kendisinde ve insanın düşünsel dokusunda… İmam Mehdi (a.f.) bu dokuyu ıslah ediyor. İnsanın hak ve batılla, adaletle, güzellik ve çirkinlikle ilgili algısı ve ayrıca bunları ölçme sistemi bütünüyle ıslah ediliyor. Çünkü insan hayatı boyunca “bu mu daha iyidir yoksa o mu” diye daima tartma halindedir. Nitekim onun terazisi zalimce ise tüm hareketleri de zalimce olur. İyi dediği şeyler kötü, kötü dediği şeyler ise iyidir.  

Cevr de bu şekildedir. Cevr, adalet elbisesi giymiş zulümdür. Yani insanın terazisinin değişmesinin vaktidir. İmam Mehdi (a.s.), hem insanların içindeki terazileri, hem de toplumun içindekileri ıslah ediyor. Yani önce adaletin üssünü kuruyor. O zaman içerideki münasebetler adilce oluyor. Aslında şerlerin en kötüsü olan ahir zaman şerrinde maruf münker, zulüm ise adalet olmuştur. Bu yüzden teraziyi değiştirmenin, güzellik anlayışını değiştirmenin vakti gelmiştir. İradeler son haddinde sapmış ve çöküşe uğramıştır. Yani mutlak bir karanlık hâkim olmuştur. Mutlak karanlıkta tuğla, altının yerini alır. Zaten karanlıkta beşerin terazisi değişir. Sakife'den yayılan karanlık ve Velayetten sapma cereyanı, beşerin terazisini bozmuştur ve İmam, öncelikle dışsal adaletin görünür olması için terazileri ıslah etmektedir. Maksat şudur: Bakışların velayet eksenli olarak ıslah edilmesi, Zuhur Asrında gerçekleşen en temel değişimdir.  Hz. İmam, terazileri, ölçüleri, şakulleri ıslah etmektedir. Bir başka deyişle, adaletin ölçüsü Allah'ın velisinin kendisidir. Nitekim Müminlerin Emiri'ne hitaben şöyle sesleniyoruz: “Es-selamu ala mizani'l-a'mal!” (Amellerin ölçütüne selam olsun!) Biz, Allah'ın Velisinin arzında başka bir teraziye sahip değiliz ki O'nu o terazi ile ölçelim. O'nun kendisi her şeyin terazisidir.

 

Mübarek Zuhur hadisesi konusundaki bir başka husus da İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) mukaddes varlığının Zuhur Asrındaki gelişmelerde oynadığı roldür. Bildiğimiz gibi Zuhur, insanlığın ve dünyanın en üstün aşamasıdır. Ancak burada temel soru şu: Bu gelişmeler arasında -ki insanın ve dünyanın kemâl noktasıdır- İmam-ı Zaman efendimizin (a.s.) şahsiyetinin rolü nedir? Niçin Hz. İmam Mehdi'nin varlığı olmadan dünyada bu değişim gerçekleşmeyecektir? Ve neden dünya O'nun gelmesini beklemek zorundadır?

Çok güzel bir soru. Çünkü tarih felsefesi ile ilgili bazı düşüncelerde, insanın tarihi gelişmelerdeki varlığı ve Allah'ın insana verdiği rol doğru bir şekilde tanımlanmamıştır. Onlar, bilinen insanın tarihin tekâmül ekseni olduğunu sanmaktadır. Bu düşünce yanlıştır. Aslında tüm kulluklar ve elde edilen nimetler Allah'ın Velisinin ibadeti ve O'nun Allah'a secdelerinin zımnında, boylamındadır. Dolayısıyla Zuhur Asrında kulluğun ekseni, yüzyıllardır gaybette ve imtihanda olan yüce Veliyyullah'ın kulluğudur. O, “Urvetu'l-Vuska”dır (sapasağlam bir kulp). “O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah'a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara: 256) ayetindeki “Urvetu'l-Vuska” ile ilgili rivayetlerde “sapasağlam kulp” Hz. Peygamber'in (s.a.a.) şahsı ve O'nun Ehl-i Beyt'i (a.s.) olarak tefsir edilmiştir. Yani Allah'a kullukta tüm âlemdeki sağlamlık, onların varlığıyladır ve kulların kulluğunun sağlamlığı onlarla ilgilidir. Dolayısıyla Zuhur Asrının hakikati, Hz. Mehdi'nin (a.s.) ibadetlerinden bir mertebedir ve tevhidi toplumun gerçekleşmesi de O'nun eseridir.

Diğer bir açıdan İblis'le zulüm önderlerinin Hz. Peygamber (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt'le (a.s.) çatışmasında Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt'in (a.s.) ibadeti, onların şeytanlıklarına galip gelir. Eğer o ibadetler olmasaydı onların karanlığı bizim hepimizi kaplardı. Nitekim “Yahut engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onun üstünü bir dalga bürümüştür, onun üstünde bir dalga onun üstünde de bir bulut vardır. Üstü üste yığılmış karanlıklar. Elini çıkarsa neredeyse onu bile göremez. Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.” (Nur: 40) ayetindeki “karanlıkları” zulüm önderleri olarak tefsir ediyorlar. Emeviler ise “üst üste yığılmış karanlıklar”dır. Buyuruyor ki, batılın velilerinin karanlığı o kadar fazladır ki “Elini kaldırsa göremeyecek gibidir.” Mümin bu dönemde o kadar karanlığa batmıştır ki kendisinin en yakın güçlerini dahi göremiyor, kendisini unutuyor. Ama bu karanlık, Hz. Fatıma (selamullâhi aleyhâ) evladından olan bir imamın nurundan başkasıyla ortadan kaldırılamıyor! Nitekim bu kısmının tefsiriyle ilgili ayette şöyle buyruluyor: “Allah kime nur vermemişse artık onun için nur yoktur.”  Bu nurdan nasibi olmayan kimse, sadece bu dünyada karanlıkta değildir, kıyamet gününe kadar karanlıktadır.

Dolayısıyla, karanlık cereyanını ortadan kaldırabilecek olan o nurdur. Dalaleti yok eden, o hidayettir, Hz. Mehdi'nin (a.f.) nuru ve hidayetidir.  Ölümü götüren o hayattır, yani hayat-ı tayyibe / temiz hayat Hz. Mehdi'nin hayatıdır. Hz. Mehdi Zuhur Asrında, Allah'ın velayetini ve rahmetini tecelli ettirmeye izinli oluyor. Bizim de görüşlerimizi ıslah etmemiz gerekir ve kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı çapta görmememiz gerekir. Elbette tüm kalpler bu bilgiyi kaldıramaz. Hatta bazen sıradan Şiilerin de bunu kaldıracak kapasitesi yoktur. Bu sorun da değildir, herkese bu bilgiyi vermemek gerekir; çünkü onu kaldıramaz ve altında ezilirler. Rivayetlerde de şöyle geçer: “Müminlerin derecelerini gözetiniz. Yüksek derecedekilere söylediklerinizi, aşağı derecelerdekine söylemeyiniz. Ona ezileceği yükü yüklemeyiniz bu durumda ondan siz sorumlu olursunuz!” Özetle Zuhur Asrındaki tüm gelişmelerin ekseni Allah'ın Velisidir, başkalarını da kapsayan, O'nun velayetinin tecellisidir, başkaları O'nun varlığının ışığıdır. O halde Zuhurun anlamı, velayetin zuhurundan başka bir şey değildir.

Allah'ın velisinin velayeti, kendisinin muhtelif tecellilerinde zuhur edince hayat, nur, rahmet, ilim, hikmet ve adalet gelir. Bunların hepsi Allah'ın velisinin eserleridir. Bu meseleyi bir başka şekilde herkes kabul eder ve hiçbir muvahhid onu inkâr etmez. Zuhur Asrında gerçekleşecek olan her şey Allah'ın rahmetinin inmesidir dediğimizde herhangi bir mümin bunu inkâr edebilir mi? İnsanları Allah'ın ortağı yapmıyoruz ki haşa! Biz, Allah'ın velisinin ortağı bile değiliz. Bizim iradelerimiz O'nun velayetinin boylamındadır. Islahımız da O'nun velayetinin boylamındadır. Hz. Mehdi, ıslahtan elini çekerse zulüm önderleri ve İblis kimseyi rahat bırakmaz. Batıl cephenin fitnesi o kadar karanlıktır ki mümin kendisini unutur. İnsanı bu âlemden tüm âlemlere kadar o karanlıklardan kurtaracak olan Allah'ın velisinin nurudur. Zuhur, Allah'ın velisinin toplumsal hayatın tüm alanlarında tecelli asrıdır.  

Acaba, Hz. Mehdi (a.f.) Zuhur sırasında yalnızca liderlik rolü oynar ve bu hareketi yaratan yalnızca O'nun maddi varlığıdır denebilir mi?

Onun batıni velayeti, Zuhurun temel ilkesidir. Bu konuyu, ben daha önceki sorularınızı cevaplarken açıkladım. Âlemde var olan çatışma, batıni olarak İblis ve zulüm önderleriyle İmam Mehdi (a.f.) arasındaki çatışmadır. İmam Mehdi, Hakk'ın feyiz vasıtasının en yüksek mertebelerinden biridir. Nitekim O'nun hakkında duada şöyle diyoruz: “Yerle göğü birbirine bağlayan sebep nerede?”… Onun secdelerinin bereketiyle Allah rahmet (salavat) gönderir, bu salavatın tortusu yeryüzünün her yerinde kalır. Belki de duadan önce salavat gönderin denmesinin sebebi budur. Salavat O'na nazil olmadıkça size hiçbir rahmet nazil olmaz.

O, sadece bir fert değildir. O, tüm enbiyanın ve vasilerin varisidir. Onun ziyaret duasında şöyle okuruz: “Selam olsun enbiyanın varisine ve vasilerin sonuncusuna…” Allah Teâlâ'nın nazil ettiği tüm rahmet ve kemâl şu an O'nun elindedir. Buyrulmuştur ki İmam Mehdi (a.s.) zuhur ettiğinde Kâbe'ye yaslanacak, tüm ulu'l-azm peygamberlerin (a.s.), Hz. Peygamber'in (s.a.a.) ve tüm Masum İmamların (a.s.) isimlerini anarak diyecek ki “Her kim onları görmek isterse gelsin ve bana baksın!”

O halde tüm değişimleri meydana getiren, Hz. İmam'ın varlığının kemâlâtıdır.

O'nun varlığının kemâllerinin nazil olmasıdır. Zuhur Asrında gerçekleşen şey, velayetin tecelli izni almasıdır. Onun zuhurunun nazil olması, Zuhur Asrının bereketleridir. Allah'ın kulları kulluk makamına ulaşmak, rahmeti şeytanlık mertebesinde değil, kulluk mertebesinde elde etmek istiyor, öyle değil mi? Bir başka deyişle yalnızca Allah'ın umumi rahmetini kavrama kapasitesine sahipler, Allah'ın rahim rahmetini idrak edip kavrayamıyorlar. Bu rahmetlerin tüm âlemle vasıtası Allah'ın velisidir. Eğer Allah Teâlâ'nın kendisidir dersek kimse bunu sorun etmiyor. Cebrail ve meleklerdir dersek de kimse bunu sorun etmiyor. Ama bu işleri yapan meleklerin ve melekûtun emiri Allah'ın yüce velisidir dediğimizde bu bazılarına tahammül edilmez geliyor.

Yani aslında “Yeryüzü, Rabbinin nuruyla aydınlandı” ayeti tahakkuk ediyor.

Evet, aslında Zuhurun özelliği dünyanın yeni bir hayat bulmasıdır. “Bilin ki Allah, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmektedir.” (Hadid: 17) ayetinin tefsirinde Hz. Mehdi'nin (a.f.) zuhuruyla yeryüzündekilerin yeniden hayat bulacağına dair rivayetler nakledilmiştir. İmam (a.s.) “Kâfir ölüdür” buyuruyor. Yani küfrün defteri dürülüyor, herkes mümin oluyor. Mümin olunca hayata kavuşuyorlar. Bu canlı insan rahmeti idrak edip kavrayabilir. Hak kelamını dinleyebilir, öğüt alabilir, yola koyulup nimetleri derk edebilir. Yoksa Hz. Peygamber (s.a.a.) Allah'ın rahmetinin tüm derecelerinden ve cennetin derecelerinden söz etmiştir, ama müşrikler ölü oldukları için O'nu dinlemekten acizdiler. Nitekim Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Şüphesiz sen ölülere söz dinletemezsin” (Rum: 52) veya “Sen kabirlerdekilere işittiremezsin!” (Fatır: 22) Mezarını kendisiyle birlikte taşıyan birine cennet ve cennetin dereceleri anlatılamaz. O, kendi mezarından başka bir yeri görmez. Ama bu hicap, Veliyyullah'ın nuru ile ortadan kaldırılınca kalplerde rahmetin, nimetin ve kemâlin dereceleri kavranabilir oluyor.

Her şey Allah'ın velisine dönüyor. Çünkü O, Allah'ın mutlak halifesidir. Allah'ın rahmetinin ulu'l-azm peygamberlere bile ulaşma yolu O'nun velayetidir. Nitekim birçok rivayette geçtiği üzere ulu'l-azm peygamberlerden (a.s.) bile O'nun velayetine bağlılık sözü alınmıştır. Zaten bu peygamberlerin dereceleri, velayet misakında azim sahibi olmalarından, misaklarından, misaklarına bağlı kalmalarından, dünyada amel etmelerinden ve kendi ümmetlerini Müminlerin Emiri İmam Ali'nin (a.s.) bayrağı altında toplanmaya hazır hale getirmelerinden dolayıdır. Tüm hakikatlerin esası o taraftan nazil oluyor. Bazen bizim kibrimiz, gizli bir büyüklenme de olsa bu menzilleri idrak etmemize ve kendimizi İmam-ı Zaman'ın (a.s.) olduğu tarafa yerleştirmemize izin vermiyor. Bu, nefsin kibirlenmesidir. O da tahammül eder ve bize bir şey söylemez. Kardeşleri, Hz. Yusuf'a dediler ki: “Hâlbuki biz kalabalık bir cemaatiz. Şüphesiz ki babamız apaçık bir yanlışlık içindedir.” (Yusuf: 8) Hz. Yusuf da onlarla çatışmadı ve onların eziyetlerine katlandı ve tabii tedricen onları doğru yola getirdi. Hatta bir gün gelip ondan buğday istediler. Onlara merhamet etti ve buğday verdi. Daha önce kendisini kuyuya attıklarına dair bir şey söylemedi. Kendisini de hemen onlara tanıtmadı; çünkü henüz onu tanıyamıyor ve kavrayamıyorlardı. Ancak Yusuf'un kendisini onlara tanıtmasının ve onların da bunu kavramasının zorunlu olduğu bir noktaya ulaşınca Hz. Yusuf kendisini onlara tanıttı ve onlar ancak o zaman “Allah'a yemin ederiz, Allah gerçekten seni bizden üstün kılmıştır. Biz gerçekten de büyük hata işledik.” (Yusuf: 91) dediler.

Biz hata yaptık, sen neredesin, biz neredeyiz! Biz hata yaparak seni kendimizden üstün gördük ve seni kuyuya attık. Sen bizden üstün olduğun için kuyunun dibinde de bize lanet etmedin. Şu an yöneticiliğe geçtiğinde de senden rahmetten başka bir şey görmedik… Bunlar ne zaman anladılar? Hem Allah'ın Velisine sorun çıkardılar, hem kendilerini mahrum ettiler, uzun süre boyunca, ömürlerinin büyük bölümünü Yusuf'suz harcadılar; hâlbuki Yusuf'un yanında Allah'a ne kadar da yakın olabilirlerdi! Fakat işin sonunda mecbur oldular ve bu mecburiyetle Allah onları Yusuf'un evine getirdi.

Bizler de bazen böyleyiz, bazen kendimizi Allah'ın Velisi ile aynı seviyede görüyoruz! Bazen de Allah'ın velisinden üstün olduğumuzu sanıyoruz! Bu nasıl bir mukayesedir? Biz âlemin hücreleri bile değiliz, hâlbuki O tüm varlığın ruhudur! Siz örneğin bedeninizin organlarında yaşayan hücrelere deseniz ki sen ve senin gibi milyarlarcası bir bedeni oluşturuyorsunuz ve Allah o bedenin tamamını ruh için yaratmıştır. Bu söz o hücreler için anlaşılabilir ve kavranabilir şeyler değildir. Fakat bu bir gerçekliktir. Yukarıdan baktığımızda görüyoruz ki milyarlarca hücre çalışıyor, ürüyor, savaşıyor, düzene, kurala sahiptir vs… Onların tümü bizim ruhumuz için yaratılmış olan bedenlerdir ve bu ruhun çıkmasıyla hepsi dağılır. Allah'ın velisi de aynı role sahiptir. Bir kimse Allah'ın velisi ile ilgili böyle bir algıya sahip olursa Zuhur Asrının velayetin zuhur asrı olduğunu ve tüm nimetlerin onun velayetinin tecellisi olduğunu anlar. Aynı şekilde cennet nimetleri de böyledir, cennetin dereceleri de onlara olan marifetin dereceleridir.