Vazife

“Vazife” kavramı hemen her insanın bildiği ve sık sık kullandığı bir kavramdır.  Vazife, “insanın yapması gereken, yapmadığında hesap vermesi ve belki cezalandırılması gereken, en azından vicdanında rahatsızlık hissedeceği “iş” ve Türkçe karşılığıyla “görev “ diye tabir edilen şeye denir.

Ancak pratikte bu kavramın altını herkes kendi düşüncesi ve doğruları doğrultusunda doldurur. Dolayısıyla da birinin vazife diye addettiğini diğeri etmeyebiliyor. Dolayısıyla insanın sorumluluk ve görevini ve sınırlarını belirleyen bir anlamda düşünce ve inançlarıdır.

Esasen birçok şeyi insana din ve inancından önce bozulmayan fıtratı ve içinde koyulan vicdanı telkin etmekte ve görev olarak yüklemektedir. Mesela özgür olmayı, özgür kalmayı, dürüstlüğü, adil olmayı benimser ve kendisi için bir görev addeder; esaretten, hilekârlıktan ve zulümden ise nefret eder. Ancak zamanla fıtrî saiklerin ve etkenlerin dışında tali ve sonradan edinilen hasletler fıtratın yerini aldığında ve temiz fıtrat bozulduğunda durum değişir.

Yani özetle kim kime veya neye kul-köle haline gelirse, onun isteği ve emri doğrultusunda hareket etmeyi kendine görev edinir. Birileri paranın pulun esiri-kölesi olmuşsa, para kazanmak ve korumak neyi gerektiriyorsa gözünü kırpmadan onu yapmaya çalışır. Birileri makam sevdasına kaptırmışsa kendini, onu elde etmekten başka gözü hiçbir şeyi görmez ve bunun için her şeyi kendine mübah görür! Bir başkası mesela bir mecazi sevdayakaptırmışsa gönlünü o maşuku ne derse, ne isterse, sorgulamadan onu yapar; başka hiçbir şey ve hiçbir kimse bundan vazgeçiremez onu. Bazıları ise korkularının elinde rehindir; korkutanlar ne ister, empoze ederlerse ondan hiçbir zaman şaşmaz ve kendini onları yapmaya daima mecbur hisseder. Kendini onların memuru gibi görür ve “Memur, mazurdur” deyip kendini avutur!

Bu yüzden peygamberler insanları fıtrî ve yaratılıştan gelen eğilimleriyle tanıştırmak, bu eğilimlerin bozulmasını önlemek ve onu temiz tutmak, bozan saiklerle mücadele etmek için gelmişlerdir.  (Furkan 30)

Aynı şekilde insanların akıl hazinelerini keşfetme ve bu hazineden hakkıyla yararlanmalarını sağlamak için gönderilmişlerdir. Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmaktadır:

“Allah insanlar arasında elçilerini görevlendirdi ve peş peşe peygamberlerini gönderdi ki fıtrat ve yaratılış sözleşmesine bağlı kalmalarını onlardan istesinler, unutulmuş nimetlerini onlara hatırlatsınlar, gerçekleri onlara tebliğ ederek hücceti tamamlasınlar ve akıl hazinelerini onlar için ortaya çıkarsınlar.” (Nehcü’l-Belağa, Hutbe: 1)

Evet, insanlar eğer fıtratlarından şaşmaz ve akıl hazinelerini hakkıyla kullanabilirlerse, kudret ve ilim sahibi bir yaratıcıya ve onun hikmet ve rahmet sahibi olduğuna sağlam delillerle inanır ve böyle bir yaratıcının âlemi ve kendisini abes, hikmetsiz ve hedefsiz yaratmadığına ve yarattıktan sonra başıboş bırakmadığına kanaat getirir; böylece niçin ve hangi hedef doğrultusunda yaratıldığını öğrenmeyi ve o hedefe doğru hareket etmeyi kendisine gaye edinir ve bunu kendisi için vazgeçilmez bir VAZİFE olarak addeder.

İşte muvahhid, inançlı ve fıtrî eğilimleri bozulmamış bir insan, hiçbir zaman sorumlu ve görevli olduğunu unutmaz ve görevlerinin ne olduğunu da yine yaratıcısından ve onun bu doğrultuda koyduğu sağlam ve doğru vesilelerden öğrenmeye çalışır. Yani evvela akıl nurundan yararlanır ve bu nuru söndürebilecek fırtına ve tufanlarda (fitneler, nefsani dürtüler, şeytani vesveseler…) vahiy ipine sarılır ve ilahi vesilelerden yardım alır.

Vahiy membaından kopan ve yukarıda bahsettiğimiz saiklerin etki ve esaretinde kalmış kimseler, ya başıboş, anlamsız, hedefsiz, köksüz çerçöpler gibi her rüzgârla sağa sola savrulup durur ve ne kendine ne de başkalarına herhangi bir yararı dokunmadan, hayvani bir hayatın ardından sönüp gider. Veya bundan daha kötüsü nefislerinin ve şeytanın vesvese, baskı ve yönlendirmesiyle şeytana, tağutlara ve zalimlere yem olur, onların saltanat ve zulümlerini sürdürmeleri için değersiz ve aşağılık bir asker görevi ifa eder.

Bu gerçeği Kur’an çeşitli ifadelerle ortaya koymuştur. Bunların en önemlisi belki de VELAYET kavramıdır. Evet, hayat boşluk kabul etmez. Bu yüzden insan, hayat sahnesinde mutlaka kendine bir yer ayarlamalı ve safını belirlemelidir. Ya “Rahman’ın Velayeti”ne veya onun velayet hakkı tanıdığı kimselerin velayetine girer, onları kendine veli, kendini de onların muvazzaf bir askeri görür; işte o zaman bütün karanlıklardan çıkarılıp aydınlığa götürülür; ya da “Şeytanın ve Tağutun Velayeti”ne girer; o zaman da onlar onu aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sürükleyeceklerdir.  Bu konuda örnek olarak şu ayetlere bakılabilir: Bakara 257, En’am 121, Nisa 54, Nisa 119

Demek ki inançlı bir insan, hayatının her sahasında vazifelerini ancak yaratıcısından öğrenmelidir. Zira yaratan O’dur ve ne yapması gerektiğini O herkesten daha iyi bilir. O, seçtiği peygamberler ve gönderdiği kitaplar vasıtasıyla bu görevleri bizlere tanıtmayı amaçlamıştır. Kur’an ayetlerinin ışığında bizler şunu anlıyoruz ki velayet hakkı, ardından da velayetin bir uzantısı olarak itaat hakkı asaleten Allah’a aittir ve ancak o birilerine velayet ve itaat (görev belirleme) hakkı tanıyabilir. Örneğin Maide Suresinin 55. ayetinde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz sizin velayet sahibiniz ancak Allah, resulü ve namazı hakkıyla yerine getiren ve rükû halinde zekât veren müminlerdir.”

Nisa Suresi’nin 59. ayetinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Allah’a itaat edin, Resul’e itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine.”  

Bunlar ve benzeri birçok ayet ve ayetleri tefsir eden hadisler ışığında velayet, itaat ve görev belirleme hakkı ve yetkisi Allah’a, Resul’e ve onun mutahhar Ehlibeyti’ne aittir. Diğer bir takım hadisleri de dikkate aldığımızda Ehlibeyt’ten olan İmam’a gaybetten dolayı ulaşma imkânı olmadığında ise onlara vekâleten bu yetki şartlarına haiz müctehitlere tanınmıştır.

Bu yüzden Ehlibeyt Mektebi’ne sağlam delillerle gönül vermiş, ahiretini ve kurtuluşunu isteyen bir Müslümanın gözü kulağı taklit ettiği müçtehidinde ve Veliyy-i Fakih’te olmalıdır.  Hiçbir ameli konuda başına buyruk hareket etme hakkına sahip değildir. Kur’an ve diğer İslamî kaynaklardan istifadeyle mükellefiyet ve vazifelerini belirleme mercii onlardır. Aksi takdirde silsile olarak Rabbiyle olan velayet bağı kopmuş olur. Zira yukarıda da açıkladığımız üzere ilahî velayet zincirinin bize kadar uzanan son halkası onlardır. Böyle kısa bir yazıda konuyu bütün yönleriyle ve gerekli bütün delilleriyle açıklama imkânı elbette yoktur. Ama konunun özeti ve ana hatları bundan ibarettir. Dolayısıyla detay isteyen ve daha geniş ve delilli bir açıklama peşinde olan kardeşlerimiz mektebimizin konuyla ilgili yayınlanmış geniş kaynaklarına müracaat edebilirler.

Bu düşünce ve inancı taşıyan bir kimse, kendisini sadece kendisine karşı değil, diğer insanlara ve hatta diğer canlılara ve tabiata, kısacası bütün kâinata karşı sorumlu hisseder ve her birine yönelik önemli vazifelerinin olduğunu bilir ve bu görevleri bahsettiğimiz yollardan öğrenip amel etme hassasiyet ve çabası içerisinde olur.

Hz. Emirü’l-Müminin Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:

اِتَّقُوااللهَ فِی عِبادِهِ وَ بِلادِهِ فَاِنَّکُم مَسئُولُونَ حَتّی عَنِ البِقاعِ وَ البَهائِمِ وَ اَطِیعوا اللهَ وَ لا تَعصُوهُ.

  

“Allah’ın kulları ve beldeleri hakkında ondan sakının. Şüphesiz ki sizler, hatta bölgeler (tabiat) ve hayvanlar hakkında bile sorgulanacaksınız. Allah’a itaat edin ve ona karşı gelmeyin.” (Nehcü’l-Belağa, Hutbe: 166)

Yüce Rabbimiz bizi böyle bir şuura erenlerden ve “vazife”lerini hakkıyla yerine getirip yaratanın rızasını kazanan ve ebedi kurtuluşu hak eden kullarından eylesin. 

YORUM EKLE