İkbal Lahorî ve İmam Hüseyin Şiiri
8 Kasım 1877 senesinde Keşmir yakınlarındaki Siyâlkût şehrinde dünyaya gelen Muhammed İkbal Lahorî’nin babası Nûr Muhammed ve annesi İmam Bîbî dindar insanlar olduğu için onun dinî şahsiyetinin gelişmesinde önemli ölçüde etkili olmuşlardır.
İkbal 1895’te Lahor’da Hükümet Koleji’nde felsefe ve hukuk ağırlıklı dersler aldı. Yetişme çağında İkbal üzerinde iki şahsiyetin kalıcı tesirler bıraktığı bilinmektedir. Bunlardan ilki, çocukluktan itibaren ilminden ve irşadından yararlandığı Mevlânâ Mîr Hasan, diğeri hocası Thomas Arnold’dur. Arnold, İkbal’in yeteneğini fark ederek 1905 senesinde Cambridge Üniversitesi’ne gitmesini sağlamıştır.
Cambridge’de dönemin meşhur Hegelci filozofu Mc Taggart ve psikolog James Ward ile tanışan İkbal özellikle Mc Taggart’ın yönetiminde felsefe çalışmaları yaptı. Bu arada şarkiyatçı Reynold Alleyne Nicholson ve Edward Granville Browne ile yakınlık kurdu. 1907’de Cambridge’deki öğrenimini tamamladıktan sonra Münih’e gitti ve orada Fritz Hommel’in yönetiminde tamamladığı The Development of Metaphysics in Persia adlı çalışmasıyla felsefe doktoru oldu. Eser, İkbal’in o dönemde panteist bir bakış açısıyla değerlendirdiği irfani düşünceye duyduğu ilgiyi de yansıtmaktadır. Ardından Lahor’a dönen İkbal, iki yıl kadar Şarkiyat ve Hükümet kolejlerinde İngilizce ve felsefe dersleri okuttu. Geçimini büyük ölçüde avukatlık yaparak sağlamakla birlikte 1934 yılına kadar sürdürdüğü bu işi hiçbir zaman asıl ilgi alanı olarak görmedi.
İslâm dünyasının içinde bulunduğu durum, diğer Hintli Müslüman aydınlar gibi İkbal’i de İslâm milletlerinin bir Rönesans gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1922’de İngiliz yönetimi tarafından kendisine “Sir” unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926-1929 yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929’da Madras, Haydarâbâd ve Aligarh üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması üzerine konferanslar verdi. 1930’da Allahâbâd’da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları Birliği’nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti’nin kuruluşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal’in bu toplantının açılış konuşmasında ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılında yapılan II. Milletlerarası İslâm Konferansı’nda Dünya İslâm Kongresi’nin başkan yardımcılığına getirildi.
Hindistan halkına sınırlı yönetim hürriyeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931’de Londra’da düzenlenen II. Yuvarlak Masa Konferansı’na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır’a uğradıktan sonra Filistin’de düzenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantısına iştirak etti. 1932 yılında yine Londra’da gerçekleştirilen III. Yuvarlak Masa Konferansı’na katıldı ve toplantının ardından Paris’e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile görüştü. Buradan İspanya’ya geçen İkbal’in Kurtuba Ulucamii’ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin alarak camide namaz kılması onun unutamadığı bir hâtıra oldu, bununla ilgili olarak “Mescid-i Kurtuba” başlıklı şiirini yazdı. İspanya’dan İtalya’ya geçerek Mussolini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika Müslümanlarına iyi davranmalarını istedi. 1933’te Afganistan Kralı Nâdir Şah’ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile birlikte Kâbil’e giderek Afganistan’ın idarî sisteminin yeniden düzenlenmesi üzerine temaslarda bulundu.
İkbal 1934’te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de iyice zayıfladı, maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi. 1937’de, ülkesindeki Müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed Ali Cinnah’a, Hindistan Müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği hususundaki görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938’de vefat etti ve Lahor’daki Mescid-i Şâhî’nin minaresi dibine defnedildi. Muhammed İkbal’in ikinci evliliğinden olan oğlu Câvid İkbal, babasının eserlerini ve düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yapmıştır.
Merhum İkbal'in İmam Hüseyin konulu şiiri:
Âşıkların İmamı
Âşıkların imamı, hem Betûl’ün oğludur
Hem Resul bahçesinden, hürriyet servi odur
Allah Allah, besmele başında ‘ba’dır baba
‘Büyük Kurban’dır oğlu, o kurbana can feda
Milletler üstününün şehzade oğlu için
Ne de güzel deveydi sırtı o son Elçi’nin
Aşkın yüzü kızıldır onun kutlu kanından
Bu dize de güzeldir o mana ummanından
Resul’ün ümmetinde yeri hep ol Cenab’ın
Sanki ‘Kul Hûvallah’tır içinde hak Kitab’ın
Hayat boyunca iki güç hep var olmuş kesin
Bir Firavun bir Musa, bir Yezit bir Hüseyin
Daim zinde kalacak, Hüseyn ile hak yolu
Batıl zeval damgası yiyen ölüdür ölü
Hilafetin Kur’an’dan bağı koptuğu zaman
Hürriyet kadehine zehir ekildi o an
En hayırlı ümmetin en hayırlı cilvesi
Yağmur yüklü bir bulut gibi zulme kükredi
Geldi Kerbela’ya o, yağdı, yağdı ve gitti
Harabeler üstüne nice laleler dikti
Zorbalığın kökünü mahşere dek kuruttu
Dalga dalga kanıyla gülistanlar yarattı
Hakkı korumak için toza, kana bulandı
Böylece tevhid evi o canana dayandı
Hedefinde saltanat onun olsaydı eğer
Onca çoluk çocukla, hiç eder miydi sefer
Düşmanının sayısı, çölün kumları kadar
Dostların sayısı kaç? Demeye ne gerek var!
Evet, oydu İbrahim ve İsmail’in sırrı
Yani onlar özetti, Hüseyin’se tefsiri
Azmi ve iradesi, sağlamdı dağlar kadar
Kıvrak, şûca, muzaffer, hak yolunda payidar
Dinin izzeti için kılıcını salladı
Dini korumak gibi bir tek hedefi vardı
Kul olmaz ki Allah’tan başkasına Müslüman
Firavunlar önünde eğilmez hiç bir zaman
Bu sırları Hüseyin, kanıyla tefsir etti
Uyandırdı gafletler içindeki milleti
“La” kılıcını çekti, sahra-yı Kerbela’da
Batıla kan kusturdu, daima bu dünyada
O, “İllallah” nakşını kızgın sahraya yazdı
Kurtuluş unvanını kalb-i şeydaya yazdı
Rumuz-i Kur’an’a biz, Hüseyni gözle baktık
Ateş-i sûzanından, nice meşale yaktık
Şam’ın ihtişamı ve Bağdad’ın namı gitti
Gırnata’nın namağlup unvanı artık bitti
Mızrabıyla titriyor hala gönül telimiz
İmanımız diridir tekbirleriyle henüz
Ey sabâ, et merhamet âşıklar gurbetine
Gözyaşlarımızı al, götür pak türbetine
Güncelleme Tarihi: 31 Temmuz 2023, 10:34