İmamet Ve İslami Vahdet

İmamet Ve İslami Vahdet

İmamet Ve İslami Vahdet

Ali Asker Rızvanî

Bazılarına göre çağımızda mezhepten ve imametten bahsetmek – İslam’ın ilk dönemlerinden buğuna çok uzun zaman geçmiştir- faydasız, hatta zararlıdır. Çünkü konular, üstünden asırlar geçmiş olan tarihi meselelerle ilgilidir. Peygamber’den (s) sonra halifesi kimdi? Ali mi Ebu Bekir mi? Şeklindeki bir konu bu dönemde faydadan uzaktır. Hatta bu konuları bugün konuşmak fitnelere, çekişmelere ve kinlerin oluşmasına neden olmaktan başka bir şeye yaramıyor. Bu çağın ihtiyacı ise İslami vahdet ve mezheplerin yakınlaşmasıdır. Dolayısıyla neden böylesine ihtilaf yaratan konular söz konusu ediliyor?

Biz ise Allah’ın yardımıyla bu çağda imamet meselesinin bahis konusu yapılmasının faydalarını açıklamaya çalışacağız.

Vahdetin Hakikati

Gözüktüğü üzere bu itirazı dile getirenler, vahdet kavramına büyük önem veriyorlar. Bu yüzden öncelikle bu kavramın hakikatine değinmek gerekir.

İki önemli kavram vardır ki bunlar bir arada ve yan yana ele alınmalı ve birisi, diğerine feda edilmemelidir. Bunlardan biri vahdetin ve İslam ümmetinin birliğinin korunması, diğeri de İslam’ın esasının korunmasıdır.

Şüphesiz tüm Müslümanlar, bu hanif dini korumaya ve yaymaya çalışmakla görevlidir. Bu yüzden de herkesin ağır bir sorumluluğu bulunmaktadır. Aynı şekilde Müslümanlar, İslam’ın kendisini ve Müslümanları yok etmek isteyen ortak düşmanlara sahiptir; bu yüzden de birlik olup İslam’ı ve Müslümanları korumaları gerekir. Fakat bu, diğer görevi terk etmeyi ve İslam’ın kesin hakikatlerini açıklamaktan kaçınmayı gerektirmez. Vahdet ve dayanışmayı asıl bir hedef, şeriatın gerçeklerini ise ona feda edilebilecek bir ayrıntı olarak görmemek gerekir. Tam aksine İslam, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı vurguluyorsa bu, dinin korunup gözetilmesi içindir. Peki nasıl olur da vahdet meselesi birilerine çok önemli gözüktüğü halde, dinin bazı kesin hususlarından vazgeçilebilir veya o konuda yersiz izahlara girişilebilir.

Tarih ve Peygamber’in (s) sireti, bu konunun en iyi tanığı ve destekleyicisidir. Hz. Peygamber (s) Beni Ümeyye’nin Ali’ye (as) ve Beni Haşim’e karşı olduğunu, belli bir kesimin asla İmam Ali’nin yönetimi ve velayeti altına girmeyeceğini ve onun imametini kabul etmeyeceğini biliyordu. Fakat bu durum, hak ve hakikati açıklamaktan vazgeçmesine neden olmadı.

Bisetin 23 yılı boyunca mümkün olan her yerde, her şekilde ve her durumda İmam Ali’nin (as) velayet ve imametini halka hatırlattı. Kendisinin vefatından sonra bu konuda ihtilaf edeceklerini ve bu ihtilafın İmam- Zaman’ın (as) zuhuruna kadar devam edeceğini çok iyi biliyordu. Bütün bunlara rağmen tüm hakkı açıkladı. Peygamber (s) kıyamete kadar Ali’nin (as) imameti konusunda ihtilaf olacağını bilmesine rağmen neden Ali’nin velayetini bu kadar vurguladı. Gadir-i Hum günü tüm şüpheleri ortadan kaldırmak için onun elini havaya kaldırdı ve herkesin Peygamber’in (s) Ali’nin (as) velayetini ne kadar vurguladığını görmesini sağladı.

Bundan da hak ve hakikatin esas olduğu ve hiçbir durumda ondan vazgeçmemek gerektiği güzel bir şekilde anlaşılıyor. Müslümanlar ikiye bölünse bile hakkı ve hakikati açıklamaktan vazgeçmemek gerekir. Ancak bu, Müslümanların birbirine düşüp birbirini yok etmesi anlamına gelmez. Tam tersine herkes kendi iddiasını ortaya koymalı, birbirine tahammül etmeli ve sözün güzeline uymaya davet etmelidir. Ayrıca ortak düşmandan da gafil olunmamalıdır. İmam Hüseyin’in kıyamı bizim bu iddiamız için iyi bir delildir. Zira İmam Hüseyin, kıyamının Müslümanlar arasında çatışma yaratacağını biliyordu; ama bununla birlikte Müslümanlar arası vahdet sebebiyle iyiliği emredip kötülükten sakındırma ilkesinden asla vazgeçmedi.

İmam Ali’nin (as) hayatı ve yöntemi de buna örnektir. Bazılarına göre İmam Ali (as) Talha, Zübeyir ve Muaviye’ye haksız imtiyazlar vererek Cemel ve Sıffin savaşlarının çıkmasını engelleyebilir ve böylece Müslümanlar arasında ihtilaf çıkmasını ve bundan dolayı binlerce kişinin ölmesini önleyebilirdi. Fakat o, İslami ilkelerin, hak ve hakikatin ve İslam şeriatının korunması için o hakikatleri görmezden gelmedi.

O halde vahdet kavramının –daha doğru bir tabirle ittihat kavramının- hakikati şudur: Kesin ve açık inançlarımızı koruyarak ortak düşman karşısında ortak bir tavır sahibi olmalı ve düşmandan gafil olmamalıyız. Bu da taassuptan uzak ilmi konuşmalardan ve tartışmalardan vazgeçmemiz anlamına gelmez. Zira bütün bunlar İslami şeriatın korunmasına yöneliktir.

Bu yüzdendir ki İmam Ali (as) Sıffin savaşı hengamesinde namazın vaktinin faziletini soruyor ve “şu an savaşın ortasında namaz vaktinin sırası mı?” diyenlere de “Biz namazın ikamesinden başka bir şey için mi savaşıyoruz?” diye cevap veriyor. Zira hiçbir zaman hedef, vesileye feda edilmemelidir.

Ezher Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve İslami Mezhepler Arası Diyalog Komitesi Başkanı Şeyh Muhammed Aşur, son derece güçlü ve mantıklı bir görüş sunarak şöyle diyor: İslami mezhepleri yakınlaştırma düşüncesinden maksat, tüm mezhepleri bir yapmak veya bir mezhebi bir başka mezhebe döndürmek değildir. Bu, yakınlaşma düşüncesini saptırmaktır. Yakınlaşma ilmi tartışma ve kabul esasına göre olmalıdır ki bu sayede bu ilmi silahla hurafelerle savaşa gidilebilsin. Her mezhebin alimleri, ilmi diyaloglarla bilgilerini birbirine aktarmalı ve sakin bir ortamda görmeli, tanımalı, konuşmalı ve sonuç almalıdır.  

Her mezhep mensubunun ortak noktalara bakışı, dünya toplumunda yaşamak için grup içinde işbirliğine neden olur. İlmi ve araştırmaya dayalı bir çerçevede ihtilaf noktalarına bakış ise ciddiyete, hakikate ulaşmak için ilmi araştırma ve inceleme çabasına ve görüşlerini başkalarına aktarmaya neden olur. Ehlibeyt’in (as) velayetine tutunma şiarı kisvesiyle kelime-yi şehadeti ikrar fıkhının gerekleri reddedilemez. Aynı şekilde, İslami vahdet adı altında ve taassupları ortadan kaldırma şiarı ile iman ilkeleri ve onun gerekleri yok sayılamaz.

Taassubu reddetmek, hakikatlerden taviz vermek demek değildir. Tam tersine, inancı bilimsel ve araştırmaya dayalı ölçülere göre oluşturmak ve hem araştırma hem de tartışma alanındaki ilmi zemin ile mezhep mensuplarının birbirine şiddetten uzak ve hoşgörüyle davranacağı bir düşünsel nizam kurmaktır.

Hak İmam Eksenli Vahdet

İslam, Müslümanlar arası vahdete büyük vurgu yapmakta ve Kur’an şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.”   

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.”                  

“Mü’minler ancak kardeştirler.”

“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, (senin) onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.”   

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın.”

“Allah’a ve Resûl’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, elden gider.”

“Hiç şüphe yok ki bir tek ümmetsiniz siz ve ben Rabbinizim, bana kulluk edin.”

Kur’an-ı Kerim, İslami vahdet ve ittihat meselesine bu kadar vurgu yapıyor olsa da vahdetin bir eksen gerektirdiğini akıldan çıkarmamak gerekir. Bir başka deyişle, vahdete ve ittihada ulaşmak için bir kanal lazımdır. Belirli bir ekseni ve kanal olmaksızın vahdet ilkesini vurgulamak, beyhude bir iştir.

Susan Kur’an tek başına bir vahdet ekseni olamaz. Zira Hz. Ali’nin (as) tabiriyle: Kur’an’ın iki yönü vardır ve onun lafızlarını bu iki yöne hamletmek gerekir. Bu yüzden de görüyoruz ki Kur’an, semavi kitaptan “imam” diye bahsediyor ve şöyle buyuruyor: “Hiç şüphe yok ki bir tek ümmetsiniz siz ve ben Rabbinizim, bana kulluk edin. Rabbi katından açık bir delile dayanan kimse, yalnız dünyalık isteyen kimse gibi midir? Kaldı ki, bu delili Rabbinden bir şahit (Kur’an) ve bir de ondan (Kur’an’dan) önce bir önder ve bir rahmet olarak (indirilmiş olan) Mûsâ’nın kitabı (Tevrat) desteklemektedir.”  Ayrıca İbrahim (as) ve Musa’nın (as) sahifelerini hatırlatarak şöyle buyuruyor: “Şüphesiz bu hükümler ilk sayfalarda, İbrahim ve Mûsâ’nın sayfalarında da vardır.”

Bununla birlikte, bununla yetinmemiş ve İbrahim’i (as) konuşan imam diye niteleyerek şöyle buyurmuştur: “Bir zaman Rabbi İbrahim’i birtakım emirlerle sınamış, İbrahim onların hepsini yerine getirmiş de Rabbi şöyle buyurmuştu: “Ben seni insanlara önder yapacağım.” İbrahim de, “Soyumdan da (önderler yap, ya Rabbi!)” demişti. Bunun üzerine Rabbi, “Benim ahdim (verdiğim söz) zalimleri kapsamaz” demişti.”

Buradan da anlaşılıyor ki suskun imam olan semavi kitaplar yeterli değildir ve ihtilaf halinde hak ve hakikati açıklaması için konuşan imamlara ihtiyaç duyarlar. Bir başka deyişle o, hakkın ve İslami vahdetin eksenidir. 

“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın.” Ayetinden de bu durum açık bir şekilde anlaşılıyor. Zira Müslümanlara Allah’ın ipine sımsıkı tutunmaları emrediliyor. Yani sizi kesin olarak Allah’a ulaştıracak olan, hak ve masum olan imamdan başkası değildir. Zira, daha önce de işaret edildiği gibi Kur’an’ın birçok zahiri ve batını vardır. İslami vahdette çok önemli bir husus vardır bu da onun neticesinin hakikat üzerinde ittihat ve vahdet edilmesidir. Bu da uzmanların ilmi tartışmaları ve incelemeleri sonunda ortaya çıkarılır. Vahdetten murat ve vahdetin neticesi, hakikatlerden vazgeçmek değildir, tam tersine hakikat yolunda vahdet etmektir. “Allah’ın ipine sarılın” ayeti, İslam ümmetinin vahdet ölçütünü ortaya koyması bakımından çok önemlidir. Şöyle ki hep birlikte Allah’ın ipine sarılmadıkça ümmetin vahdeti gerçekleşmeyecektir. Allah’ın ipine sarılmak, tefrikalardan, fitnelerden ve sefillikten kurtaracaktır.

Dikkat edilirse vahdet ekseninden “habl” yani ip diye bahsedilmiştir. İpin iki tarafı vardır. Bir tarafında ümmet, diğer tarafında ise Allah Teala bulunmaktadır. Bu, yer ile gök ve beşer ile gayb arasında bir vasıtadır. O halde vahdet ve ittihat dairesinin kutbu, gayb ve melekut alemine bağlanmalı ve böylece şehadet alem ile gayb alemi arasında bir bağlantı halkası olmalıdır. Bundan da şu sonuç çıkar: Vahdet gemisi, hevâ ve heves iskelesine değil, hak ve hakikat limanına yanaşmalıdır. Heva ve heves üzrine bir dayanışma değil, hak ve hakikat üzerine bir dayanışma olmalıdır.

Dolayısıyla, hakikatin ümmetin birlik olup olmamasıyla bir ilgisi yoktur. Hakikati bulmak ümmetin görevidir. Ona toplu bir şekilde tutunmalı, yani o hakikati kavradıktan sonra kendini ona uydurarak vahdet olmalıdır. O halde hakikat, ümmetin vahdetinden doğan bir şey değildir. Yani bir şey üzerinde ittifak edilince o şey hakikat olmaz, bir şeyden yüz çevrilince de o şey batıl olmaz. Şehitlerin Efendisi İmam Hüseyin (as) cesur bir şekilde Müslümanların ittihadını bozdu ve Yezid’e karşı kıyam ederek şöyle dedi: “Ben dedemin ümmetini ıslah için kıyam ettik. Benim hedefim iyiliği emredip, kötülükten sakındırmaktır.” Eğer tek başına ittifak, hak ve hakikatin ölçüsüyse o zaman ıslaha gerek kalmaz. Islah ile iyiliği emredip kötülükten sakındırma, kendi haklığını ve hakkaniyetini insanların icmasından almayan en güçlü burhandır. Tak aksine kendisini hak ve hakikate uydurması gereken insanlardır. “Hep birlikte Allah’ın ipine tutunun” ayetiyle ilgili bir rivayetten şu sonuca varıyoruz: Allah’ın ipi masum İmamlardır. Onlar, insanları kesinlikle Allah Teala’ya ulaştırırlar.

İbn Hacer Heytemi, bu ayeti Ehlibeyt’le ilgili olan ayetler arasında zikretmiştir.  Ayrıca Sekaleyn hadisini de “Allah’ın ipine tutunun” ayetinin tefsiri olarak görmek mümkündür. Zira o hadiste Hz. Peygamber (s) müminlere hak ve hakikate yönelip sapkınlıktan kurtulmaları için iki ağır emanete tutunmalarını emretmiştir bunlar da Kur’an ve Ehlibeyt’tir. 

Ebu Cafer Taberi, “Allah’ın ipine tutunun” ayetinin tefsirinde şöyle diyor: “Vatasimu” kelimesinden maksat sıkı sıkıya tutunmaktır. Çünkü ip insanı maksada götürecek bir şeydir.            

Öte yandan Sekaleyn hadisinin bazı metinlerinde “itisam” kelimesi kullanılmıştır. Örneğin İbn Ebu Şeybe, Sekaleyn hadisini şöyle naklediyor: “Peygamber (s) buyurdu ki: İnni tereket fikum, mal en tadallu ba’di enne itisamtum bihi, kitabullah ve ıtreti.”  Bu yüzden de tefsirciler ve hadisçiler, Sekaleyn hadisini “itisam ayeti” (Allah’ın ipine sarılın ayeti) ile birlikte zikretmiştir. Hakim Haskani, kendi senediyle Hz. Peygamber’den şöyle naklediyor: Kurtuluş gemisine binmek isteyen kimse, sağlam bir ipe tutunsun, Allah’ın ipine sımsıkı tutunsun (itisam) Ali’nin velayetini kabul etsin ve onun yol gösteren evlatlarına uysun.   

Sonuç olarak ayet-i kerimeden ve onun tefsiri olarak nakledilen rivayetten açıkça anlaşılıyor ki Ehlibeyt, (as) İslam ümmetinin vahdet eksenidir. Onların imamet ve velayetinden bahsetmek Kur’an’ın ve hadislerin çokça vurguladığı vahdet ekseninden bahsetmektir. Aynı şekilde başka rivayetler de bu konuyu vurgulamaktadır:

Hakim Nişaburi, kendi senediyle İbn Abbas’tan Hz. Peygamber’in (s) şöyle buyurduğunu naklediyor: Yıldızlar, yeryüzünde yaşayanları boğulmaktan kurtaran güvencedir. Benim Ehlibeytim de ümmeti ihtilaftan kurtaran güvencedir. Araplardan bir kabile ne zaman onlara karşı çıksa kendi arasında ihtilafa düşer ve şeytanın hizbi olur.  Aynı şekilde Ebu Zer’in kendi senediyle naklettiğine göre o, Kabe’nin yanında durdu, elleriyle Kabe’nin kapısını tuttu ve insanlara hitaben şöyle buyurdu: Ey insanlar, beni tanıyan tanıyor. Tanımayanlar için söyleyeyim ki ben Ebu Zer’im, Allah’ın Resulü’nden (s) şöyle buyurduğunu işittim: Benim Ehlibeytim tıpkı Nuh’un gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur, kim ona karşı çıkarsa boğulur.  Ardından da her iki hadisi de sahih saymıştır.

YORUM EKLE
SIRADAKİ HABER